İktidarını sürdürmek için baskı ve savaş dahil her türlü aracı kullanmaktan çekinmeyen AKP rejiminin para politikasına el atması beklenen bir hamle olmalıydı. Nedeni de çok basit: para politikası çok kolay manipüle edilebilir; politikanın manipülasyonu da kısa süreli de olsa çabuk hissedilen sonuçlar verir. Seçimleri kaybetmesi halinde kabarık suç listesi ortaya çıkacak bir rejim için bundan daha çekici ne olabilir? Hele savaş çıkarma ve Kürtler başta olmak üzere muhalefeti düşmanlaştırma politikasının oy getirisi azalıyorsa.

Kuralsız para politikasının cazibesi

AKP rejiminin kural dışı bir para politikasına yönelmesinin seçimlere endeksli birçok nedeni var. Birincisi, gevşek para politikasının neden olacağı enflasyon beklentileri ekonomik aktiviteyi arttırır. Elinde birikimi olan veya borçlanabilen insanlar, konuta, dayanıklı tüketim mallarına, ara mallara olan taleplerini arttırır. Bu türden bir ‘mala hücum’un ilk işaretleri Uğur Gürses’in T24’te yayınlanan 6 Aralık 2021 tarihli yazısında görülebilir. Benzer bir paradan kaçış eğilimi üreticiler için de geçerlidir.

Her iki kesimin amacı, değeri azalan parayı en kısa zamanda nesnel yararı sabit ama öznel değeri zamanla artacak olan tüketim ve yatırım mallarına çevirmek. Bu dinamik doğal olarak piyasayı canlandırır. İstatistiklere yansıdıkça, bu canlanma iktidar tarafından propaganda malzemesi olarak kullanılır. Erdoğan ve çevresinin yaptığı da budur: üç aylık büyüme tahminleri ve bu tahminlere dayalı 2022-23 tahminleri ‘Güçlü Türkiye’nin kanıtları olarak sürekli kafamıza çakılmakta. Rejimin amacı bu geçici şişmeyi eşi-emsali görülmemiş bir büyüme hikayesi olarak satmak ve bunun üzerinden muhalefetin seçim kazanma şansını ortadan kaldırmak.

İkinci neden, kuralsız para politikası nedeniyle artan enflasyon koşullarında kamu borç yükünün düşmesidir. Gevşek para politikasının bu ‘meyvesi’ tüm siyasi erk sahiplerinin ağzını sulandıran bir günah meyvesi olagelmiştir. Bunun orta çağdaki versiyonu kıymetli madenlerden oluşan sikkenin ‘tırtıklanması’, yani sikkenin altın veya gümüş içerinin azaltılmasıydı.

Türkiye’nin kamu borç yükü, 2001 krizinden sonra gündeme gelen mali disiplin politikaları sayesinde düşük düzeyde kaldı. Ancak, Özal ve Çiller dönemini bile mumla aratacak rant dağıtma politikaları sayesinde kamu borç yükü 2016’dan itibaren yükselmeye başladı. Bu nedenle, ileriye yönelik projeksiyonlar kamu borcunun milli gelire oranının 2020’lerin sonuna doğru %70’e ulaşacağını gösteriyor.

Kuralsız para politikası, artan kamu borcunun döndürülmesini iki nedenle kolaylaştırır. Bir yandan, mevcut borç için ihraç edilen devlet tahvillerine ödenen sabit faiz ucuzlar. Diğer yandan, enflasyon nedeniyle nominal değeri şişen mal ve hizmetler üzerinden alınan vergi miktarı artar.

AKP rejiminin kuralsız para politikasına yönelmesinin üçüncü bir nedeni, bir önceki yazıda ele aldığım neo-merkantilist hesaplarla ilgili. Son iki hafta içinde her koldan pompalanan bu hikâyeye göre, dışarıda ucuzlayan TL’nin sağlayacağı ‘rekabet üstünlüğü’ sayesinde ihracat ve turizm gelirleri artacak. Bu vasıtayla iyileşen cari denge sayesinde, Türkiye bir taşla iki kuş vuracak: döviz kuru tekrar stabilize edilecek ve ülke Çin gibi global bir ihracat platformu haline gelecek.

Bunların üstünde oldukça genel bir neden daha var: kuralsız para politikası mali, endüstriyel, eğitim, istihdam dahil tüm diğer politika alanlarında yapılan yanlışların (veya işlenen günahların) şokunu emebilen bir supap işlevi görür. Mali denge mi bozuldu? Üretkenlik mi düştü? İşsizlik mi arttı? Sorun neyse, beceriksiz politikacıların en kolay kaçış yolu para arzını arttırıp kısa süreli rahatlama sağlamak.

Ne var ki, kuralsız para politikasının uzun vadeli sonuçları genellikle olumsuzdur. Bu anlamda, kuralsız para politikası sürdürülebilir bir seçenek değildir. Dolayısıyla, kurala bağlı olmaktan çok aktivist diyebileceğimiz ekonomi politika denemelerinin başarısı piyasa ekonomisi sisteminin çökme riskiyle karsı karşıya olduğu ciddi kriz ve savaş dönemlerinden çıkışla sınırlıdır. Hepimizin bildiği bu dönemler 1929-33 krizi, İkinci Dünya Savaşı ve 2007-2009 krizidir. Bu dönemler dışında, kuralsız para politikası ne gelişmiş ne de gelişmekte olan ülkelerde olumlu sonuçlar doğurmamıştır.

En son kriz döneminde, para politikasının gevşetilmesi doğru bir karardı. Ancak artan likiditenin kullanılacağı yatırım alanları veya akacağı ülke rejimleri konusunda kural yokluğu hemen kendisini hissettirdi: artan likidite sektörler ve ülkeler arasında çarpık bir şekilde dağılmış; bu çarpık dağılım da AKP rejimi gibi otoriter rejimlerin oyun alanını genişletmiştir. IMF ve kredi derecelendirme kurumları başta olmak üzere, kapitalist sistemin piyasa yapıcıları da oyun alanı genişleyen otoriter rejimlere saygınlık kazandırmıştır.

Ekonomi politikası için kural ve yaklaşan seçimler

AKP rejiminin kuralsız para politikası hamlesinin olumsuz sonuçları hakkında çok şey yazıldı, yazılmaya da devam edilecek. Bunun haklı nedenleri var. Yukarıda da belirtildiği gibi, kuralsız para politikalarıyla ve bunların neden olacağı enflasyon koşullarında reel ekonomik büyüme imkanı sınırlıdır; gerçekleşebilecek büyümenin seyri de çok dalgalı olur. Bunun yansıra, ucuz para politikası ve enflasyon nedeniyle, varlık sahibi olmayan veya dövize çevrilebilecek tasarrufu olmayan kesimler hem mutlak hem de göreli olarak yoksullaşacaktır. Bir yandan yüksek işsizlik diğer yandan işçi düşmanı yasalar nedeniyle, ücretlilerin de reel gelirleri azalacak, sermayenin gelir içindeki payı artacaktır.

Büyük ihtimalle, AKP rejimi de bu tür sonuçların fakındadır. Bu nedenle, seçim kazanması halinde, AKP’nin ilk fırsatta restorasyona yöneleceğini tahmin etmek zor değildir. Zor olmayan diğer bir tahmin de restorasyon için gerekli olacak sıkı para politikasının neden olacağı daralmadan olumsuz bir şekilde etkilenecek toplum kesimlerinin genişleyeceği ve çeşitleneceğidir. Dolayısıyla, zor olmayan diğer bir tahmin de ortaya çıkabilecek hoşnutsuzluğu bastırmak için, şimdikinden bile daha ceberut bir baskı rejiminin gerekli olacağıdır. Ekonomi politikasının MGK’de görüşülüp askerileştirilmesi bunun öncü sinyalidir.

Bu tahminlerin bir kısmı bile doğru ise, mevcut para politikasının eleştirisi ve bu politikanın neden olacağı tahribatın tamiri konusunda muhalefetin yaklaşımı yaşamsal öneme sahip bir konu haline gelmiştir. Hatta, muhalefetin genel olarak ekonomi politikası, özel olarak da para politikasıyla ilgili söylem ve önerilerinin önümüzdeki bir-iki yıl içinde yapılacak seçimlerin kaderini tayin edecek temel etken haline geldiğini söyleyebiliriz.

Görebildiğimiz kadarıyla, muhalefetin ‘Millet İttifakı’ kanadının ve kendisine yakın gördüğü küçük sağ partilerin bugüne kadarki ekonomi/para politikası söylemi oldukça yüzeysel kalmıştır. Bu nedenle de muhalefetin ‘ekonomiyi AKP’den daha iyi yönetebileceği ’ne dair belirgin bir kamuoyu güveni oluşmadı.

Bu tür bir güvenin oluşması için muhalefetin bugünkü krizin kaynağını doğru saptaması gerekiyor. Bugünkü krizin nedeni, T.C. devletinin halka karşı güçlü ve ceberut, örgütlü çıkar gruplarına karşı ise zayıf ve kolay nüfuz edilebilir olmasından kaynaklanıyor. Bu durumda, seçimle kurulan hükûmet, halkın oyuyla seçilse bile, halkın taleplerine değil devletin dolaysız olarak veya piyasa yoluyla dağılımını etkileyeceği kaynaklara talip örgütlü çıkar gruplarının taleplerine daha çok duyarlıdır. Bu duyarlılık nedeniyle, kurala bağlı olmayan politikalara geçiş bugüne kadar iktidar olmuş tüm partilerin öncelikli tercihi olmuştur. Durum bu olunca, AB veya IMF gibi dış güçlerin dayatmalarıyla benimsenen bazı kurallar en kısa zamanda aşınır ve rant karşılığında siyasi destek/rıza takası tüm partilerin iktidarda kalma stratejisi haline gelir.

Kısaca belirtmek gerekirse, muhalefetin ‘ekonomiyi AKP’den daha iyi yönetebilme’ güveni verebilmesi için radikal bir değişiklik gerekiyor. Bu da ancak tasarımı ve uygulaması şeffaf ve kuralları belirgin bir ekonomi politikası çerçevesiyle mümkündür. Bu çerçevede oluşturulacak tüm kurumlar operasyonel olarak özerk, ama aynı zamanda tüm toplum kesimlerinin temsilcilerine karşı hesap verebilir olmalı. Sermaye çevreleri ve devletin ideolojisiyle uyumlu örgütlü çıkar gruplarının kaynak dağılımı üzerindeki tekelleri kırılmalı, işçilerin, memurların, kadınların, köylülerin, çevre dostlarının, siyasi ve dini azınlıkların, vs. talep geliştirme ve hesap sorma kapasiteleri arttırılmalıdır.

Bu radikal değişikliği ‘Millet İttifakı’ndan ve onun tercih edilebilir gördüğü küçük sağ partilerden beklemek doğru değildir. Bu tür bir değişim söylemi, ancak HDP’den ve sosyalist geleneğe bağlı sol partilerden gelebilir. Otoriter rejimin düşman muamelesi yaptığı ve ‘Millet İttifakı’nın ancak ‘oy deposu’ olarak gördüğü bu sol muhalefetin önünde iki tarihsel fırsat vardır. Bir yandan, geniş toplum kesimlerine ‘kurala dayalı, şeffaf ve adil’ bir ekonomi politikası mümkündür mesajını vermek. Diğer yandan, ‘Millet İttifakı’na bu politika zeminine yaklaşmadan seçim kazanma şansının az olduğunu, seçim kazansa bile ‘iktidar’ olmasının zor olacağını hissettirmek.