Yönetmen Zeki Demirkubuz Habertürk TV’deki Meseleler'de soruları yanıtladı.

Zeki Demirkubuz’un röportajını izledim. Oh be dedim, dünyada yalnız değilim.

Öyle bir çılgınlığın içinden geçiyoruz ki insan ister istemez kendini kaptırıyor ve umutsuzluğa kapılıyor.

Her gün duvara toslamak, bak bu beyaz diye söylenerek dolaşmak insana acı veriyor.

Eskiden de bir yönetmenden bir filme, bir felsefeciden başka felsefeciye yol alırdım. Bu keşifler çok hoşuma giderdi.

Röportajın ardından oturdum, Stalker filmini seyrettim.

Andrey Tarkovski filmlerinin kült olmasının sebebi herhalde gişe derdi taşımamış olması.

Günümüzde insan zihninin yarattığı dünyada yaşanırken, Tarkovski’nin soyut kavramları nesnel dünya ile birleştirip bunu sinema aracılığı ile ifade etmeyi kendine amaç edinmesi ve bunu gören gözlere anlatabilmesi şahane bir şey.

Stalker filminde Bölge’ye giden yazar, bilinçaltı ile bilincinin çelişkisinden bahsediyor. Nefsini köreltmek isteyen yanı ile vahşi yanından söz ediyor.

İz Sürücü, Bölge’de bir oda olduğunu o odanın kapısındaki eşikten geçerken insanın en derininde arzuladığı şeyin gerçekleşeceğini, bu yüzden dikkatli olmalarını söylüyor rehberlik ettiği yazar ve bilim adamına.

Bu üç insan; aklı, duyguyu ve sağduyuyu temsil ediyorlar bana göre.

Bölge (Zone), insanların yaşadığı doğal ortamın başka türlü resmedilmesi benim anlayışıma göre, İz Sürücü empati yeteneğinden dolayı orada yaşamayı öğrenmiş. Bağ kurmuş görünen görünmeyen her türlü şeyle. Bu bölgeye getirerek yardım etmek istiyor insanlara ancak onun bulduğu huzuru diğeri bazen bulamıyor.

Kimisi gördükleriyle baş edemiyor, kimisi sabredemeyip kestirmeden gitmek istediği için kaybolup gidiyor.

İlkel toplumlarda da yeni doğanın eğitimi, önceden doğan tecrübeli insanların rehberliğinde doğanın tanınmasıyla olurmuş.

İnsan zekasının farkına vardıkça doğadan uzaklaşıp kendi zekasının içine hapsolmuş. Kendi zihninde yarattığı kavramların esiri olmuş.

Bugünlerde bir köpeğin kuyruğunun keyifle salınışını seyretmek, bir ağaca sarılıp birkaç dakika da olsa durmak o yüzden çok değerli. Buna zamanın içinden çıkmak, insanın doğadan kopan bağını yeniden tamir etmek deniyor.

Zeki Dermirkubuz bir dönem 27 gün hiç konuşmadığını söyledi röportajında.

Keşke hepimiz bu susma orucunu yapabilsek.

Biri konuşurken zihnimizi susturup karşımızdakini dinlemeyi beceremiyoruz. Böyle bir oruçla sessiz kalmaya ihtiyacımız var.

Çünkü tersini yaşıyoruz. Doğamızın ihtiyacı olan her şeyin tersini yaşadığımız gibi. Düşüncelerimizi susturmak için gürültülü müzikler dinlemek, bilmem kaç sezon diziler devirmek gibi. Başka dünyalara, hikayelere bulaşıp, seyirci, kalıp kendimizden uzaklaşmayı kurtuluşumuz sanıyoruz.

Oysa bizim bu dünyadaki görevimiz tıpkı bir iz sürücü gibi kendi içimize yolculuk yapmak.

Gerçi Nietzsche –bütün kitaplarını okuyup özümsediğimi söyleyemem, uzmanı değilim- iç yolculuğunu yapmış ve izlerini kitaplarında bırakmıştır. Geldiği noktada onu tükenmişliğe sürüklemiştir. Belki de gördüğü şeyden hoşlanmadı.

Bunu neden söylüyorum çünkü onu anladığımı düşünüyorum. Jung’a göre insanlar iki gruba ayrılırmış. Bir grup, gördükleri nesnenin önce enerjisini fark ederler. En çok da onun enerjisi ile ilgilenirlermiş. Ben o tür insanlardanım. Diğerleri ise gördükleri nesneyi olduğu gibi katı, sıvı, rengi kokusu, görünen haliyle fark edenlermiş.

Bence Nietzsche içine doğduğu dünyada nesnel taraftan soyut tarafa bir yolculuk yaptı, tüm insanların yapması gerektiği gibi ve bunun ekmek kırıntıları kitaplarıydı.

Tarkovski’nin de ekmek kırıntıları filmleri.

Güzel günlerde görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.