Bu grafik hem AKP rejiminin son 10 yıllık kurumsal kalite katliamının hem de bu katliam karşısında sessiz kalan IMF, DB ve AİKB gibi ‘kurumsal kalite Şampiyonaları’nın utanç verici resmidir.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru kurulan Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın (DB’nın) demokrasi kaygısı veya hedefi yoktu. Ayrıca, her iki örgütün askeri diktatörlük rejimleriyle iş birliği yaptığını; en azından, verdikleri kredilerin ve destekledikleri programların dünyadaki demokratikleşme sürecine katkı yapmadığını biliyoruz.

Ama 1990’ların başından itibaren iki örgütün ve 1991’de kurulan Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın (AİKB’nın) ‘sosyal kalkınma’, ‘kurumsal kalite’ ve ‘demokratik ortam’ gibi hedeflere önem vermeye başladığını görüyoruz. Bunun temel nedeni, Sovyet sisteminin çöküşünden sonra ortaya çıkan piyasa ekonomilerinin refah yerine kriminal özelliği ağır basan oligarklar üretmesiydi. Bu durum, kurumsal iktisat ekolünün önem kazanmasında ve bu ekolün 1930’lardaki öncülerinden Ronald H. Coase’nin 1991’de Nobel ödülü almasında etkili olmuştu. Bunu Dünya Bankası’nın (DB) 1992’de yayınlanan ve ‘kurumsal kalite’yi ekonomik kalkınmanın merkezine koyan raporu izledi.

Kurumsal kalite ekonomik kalkınma ve refah için gerekli ama yeterli değildir. Bunun için piyasa genişletici kurumlar ile piyasayı regüle edecek kurumlar arasındaki dengenin iyi kurulması gerekir. Diğer bir gereklilik, piyasa genişletici ve regüle edici kurumların mevcut güç eşitsizliklerini değil eşit yarışma koşullarını norm haline getirmesidir.

Kurumsal kalitenin bu gerekleri ile piyasa ekonomisinin gerekleri her zaman çakışmadığı için, IMF, DB ve AİKB piyasa genişletici kurumlara öncelik veren bir yaklaşımı tercih etmiştir. Bu tercih nedeniyle, başta AKP rejimi olmak üzere otoriteryen rejimlerin kurumsal kalite katliamına seyirci kalmışlardır. Aşağıdaki grafik hem AKP rejiminin son 10 yıllık kurumsal kalite katliamının hem de bu katliam karşısında sessiz kalan IMF, DB ve AİKB gibi ‘kurumsal kalite Şampiyonaları’nın utanç verici resmidir.

kurumsal-kalite-kotulesmesi

Her üç örgüt bu kurumsal kalite katliamıma yalnızca seyirci kalmadı. Yayınladıkları raporlarda AKP rejiminin keyfiliğe dayalı ve rantçı ekonomi politikasını olduğundan daha çok başarılı gösterdi. Aşağıdaki satırlarda her örgütle ilgili örnekler vermeye çalışacağım.

IMF’nin kurumsal kalite körlüğü

AKP’nin iktidara gelmesinden iki yıl sonra yayınlanan 2004 raporunda, IMF Türkiye’deki ekonomik büyümenin ‘etkileyici’, enflasyonda gözlenen düşüşün de ‘büyük bir başarı’ olduğunu belirtir. Yapılan reformların da bankacılık sektörüne güveni ‘büyük ölçüde’ arttırdığını ekler. Enflasyonist baskıya ve devam eden cari hesap açıklarına dikkat çekilir, ama hükûmetin vaat ettiği sıkı bütçe politikalarıyla bu zorlukların aşılacağı müjdesi verilir.

Birkaç yıl sonra, 2007 yılı raporu bazı ekonomik kırılganlıklara işaret eder ama Türkiye ekonomisinin krize güçlü bir pozisyonda girdiğini belirtir. Türkiye’nin temel ekonomik göstergeleri bazı Asya ve Latin Amerika ülkeleri kadar güçlü değildir. Ama merak edilecek bir durum yoktur çünkü bu göstergeler bazı doğu Avrupa ülkelerinin göstergelerinden daha iyidir!

Oysa, 2007 itibariyle AKP rejiminin yukarıdan aşağıya doğru örgütlemekte olduğu patronaj (biat-rant) sistemi ilk ‘meyvelerini’ verme başlamıştır. Merkezi ve yerel yönetim organlarıyla AKP teşkilatı arasındaki ayırım belirsizleşmeye; Türkiye’nin yolsuzlukla mücadele endeksi gerilemeye başlamıştır. IMF bu gelişmeleri ihmal ettiği gibi, Türkiye’deki ekonomik büyümenin istihdam yaratma kapasitesi ve yaratılan istihdamın kalitesi konusunda sessiz kalmıştır. Daha sonra herkesin konuşmaya başlayacağı üretkenlik düşüşü konusunda sessiz kaldığı gibi.

Biraz daha ilerlersek, 2010 raporunda IMF AKP rejiminin krize rağmen büyük bir büyüme hızı yakaladığını belirtir. Hükümetin mali politikasında keyfiliğe doğru bir kayış hissedilir ama kaygı bunun cari açık ve enflasyonist baskı üzerindeki etkisiyle sınırlıdır. Diğer bir deyişle, mali politikada keyfiliğe doğru kayış ile politik destek karşılığı rant dağıtımı arasında herhangi bir ilişki kurulmaz. Oysa ana-akım iktisat yazını bile bu gidişin tehlikeleriyle ilgili analiz ve bulgularla doludur.

2013 raporu, Erdoğan ve ailesi dahil rejimin birçok aktörünü kapsayan yolsuzluk skandallarını ve bunların ekonomi politikasının inandırıcılığıyla ilgili muhtemel etkilerini es geçer. Uluslararası yatırımcılara pozitif sinyal verme kaygısıyla, hükümetin devreye soktuğu para politikası ve mali politika teşviklerinin güçlü bir büyüme yaratacağı belirtilir. Özel sektör tüketimi ve kamu yatırımlarına dayalı bu büyümenin enflasyonist baskı yaratacağı kabul edilir, ama hemen ardından hükûmetin 2013 mali disiplin hedeflerini gerçekleştireceği müjdesi verilir.

Okuyucuyu sıkmamak için zamanı hızlandıralım ve AKP’nin keyfiliğe dayalı biat-rant ekonomisinin ipliğinin pazara çıktığı 2021 yılında IMF’nin ileriye yönelik bazı tahminlerine bakalım. 11 Haziran 2021 tarihli Türkiye raporunda enflasyonla ilgili IMF tahminleri aşağıdadır.

Yıl

2021

2022

2-23

2024

2025

2026

Enflasyon (Yıl ortalaması, %)

16.9

14.9

12.8

12.5

12.5

12.5

Enflasyon (Yıl sonu, %)

16.5

14

12.5

12.5

12.5

12.5

Rapordan 7 ay sonra %50’ye dayanan enflasyon rakamları karşısında ve IMF’de istihdam edilen personelin eğitim düzeyi dikkate alındığında, bu tahminler tam bir rezalet örneğidir. Bu rezalet tahminler IMF’nin Türkiye’yle ilgili başka bilgi sayfalarında hala güncellenmiş değil.

Bu tahminlerin yayınlandığı rapor 2021’deki büyümenin hızlı kredi artışlarına dayalı olduğunu, bunun enflasyonist baskı yaratacağını belirtiyor. Ama hızlı kredi büyümesi ve yukarıdaki grafikte bariz olan kurumsal kalite gerilemesi arasında ilişki kurmaktan kaçınıyor. Onun yerine, keyfi ekonomi politikalarının sonuçlarını olduğundan daha az zararlı göstermek için çırpınıyor.

Dünya Bankası’nın kamu-özel iş birliği aşkı

DB’nın AKP rejimine iltimas geçtiği politika alanlarının başında kamu-özel işbirlikleri (KÖİ) gelir. Beşli çetenin vatandaş vergileri ve/veya ücret ödemeleri sayesinde semirtildiği bu politika alanıyla ilgili olarak DB’nın tek bir kaygısı var: KÖİ rejimi yatırımcı şirketler için ne kadar uygun/çekici; ihale yasaları bu şirketler için risk içeriyor mu? DB metodolojisine göre, Türkiye’deki rejim her iki sınavdan iyi not alıyor. Bu durum şaşırtıcı değil çünkü DB, AKP rejiminin sağlık alanındaki KÖİ projelerinin mimarlarından birisi. Bu projelere danışmanlık, reform önerileri ve finansman desteği veriyor.

Oysa, DB’nın görüşlerine başvurduğu danışmanlar arasında bulunan ve Başkent Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan  Uğur Emek’in 2021 tarihli raporunda  Türkiye’deki KÖİ rejiminin sorunları çok açık. Rapora göre, siyaseten tercih edilen büyük proje hazırlıklarında evrensel yönetim ve denetim süreçlerine uygun davranılmamaktadır. Var olan yaklaşım, ihtiyaçtan projeye değil, projeden ihtiyaca doğrudur – yani proje siyaseten uygunsa projenin yapım ve sürdürülme maliyeti kitabına uydurulmaktadır. 

Ayrıca, KÖİ projelerinde yatırımcı şirketlere yüksek miktarda gelir garantileri sağlanmakta; bu gelir garantileri enflasyon ve kur riskini de kapsamaktadır. Bu garantilerin bazıları (örneğin şehir hastaneleriyle ilgili olanlar) vergi mükellefleri; bazıları (örneğin ulaşım projeleriyle ilgili olanlar) kullanıcılar tarafından finanse edilmektedir.

Kısacası, Doğu Avrupa ülkelerindeki özelleştirme deneylerinde olduğu gibi, DB Türkiye’deki KÖİ rejiminin yarattığı ahlaki tehlikeyi; bu ahlaki tehlike ile kurumsal kalite gerilemesi arasındaki ilişkiyi göz ardı etmektedir. Bunun da ötesinde, KÖİ rejiminin hem kamu maliyesi hem de eşitsizlikler üzerindeki etkisini hasır altı edip AKP rejimiyle suç birliği yapmaktadır.

AİKB’nin AKP rejimi sevgisi

2021 sonu itibariyle, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın Türkiye’de desteklediği 367 yatırım projesi var. Yüzde 89’u özel sektörde olan bu projeler için AİKB’nin yaptığı toplam yatırım miktarı 15 milyar doların üzerinde. Sonuçta, Türkiye AİKB’nin en büyük ortağı haline gelmiş durumda.

Muhabbetleri daim olsun demek isterdik, ama AİKB’nin tüzüğü buna engel: sermayesi üye ülkelerin vatandaşlarının vergileriyle karşılanmış bu örgütün demokrasiyi ve kurumsal kaliteyi savunma görevi var. AİKB bu görevi yerine getirmediği gibi, AKP rejiminin uluslararası sermaye nezdindeki imajını makyajlayan bir reklam şirketi gibi çalıştı.

AİKB’nin yayınladığı geçiş süreci raporlarında Türkiye’yle ilgili saptamalar yapısal sorunlarla sınırlıdır. Bölgesel eşitsizlik, enerji etkinliği, düşük üretkenlik gibi ‘teknik’ sorunların altında nasıl bir ekonomi politikasının yattığı, kurumsal gerilemenin ekonomik politika ve teknik sonuçlar arasındaki ilişkiyi nasıl etkilediği konusunda ses yok.

Reklam ve makyajlama değeri yüksek eylemlerine baktığımızda, yakın geçmişte yaşanan iki olay önem kazanıyor. Birincisi, AKP rejiminin muhalifleri siyasi rehine alma aşamasına girdiği sıralarda İstanbul Borsa’sında %10’luk bir hisse satın alması. AİKB 2015’teki hisse alımını kendi sitesinde ‘Türkiye’nin sermaye piyasası reform programına destek sembolü’ olarak tanıtır. AKP rejiminin kirli işlerini yürütmekten suçlu bulunan Hakan Atilla’nın 2019’da Borsa’nın başına getirilmesi üzerine, kuyruğunu arka ayaklarının arasına sokan AİKB Borsa’daki hissesini çabucak satmak zorunda kalır.

Bu utanç verici deneyden ders çıkarmak yerine, AİKB AKP rejiminin imajını makyajlamaya devam eder. Rejimin kur ve enflasyon krizine neden olan uygulamaları dışarıda homurtulara neden olmaya başlayınca, AİKB başkanı Madam Odile Renaud-Basso Erdoğan’ı Kasım 2021’de sarayında ziyaret eder. Ziyaretin hemen akabinde hükümete 150 milyon dolarlık borç verilir.

Kıssadan hisse

Kapitalist sistemin üç uluslararası örgütünün Türkiye’de demokrasi havariliği yapmasını beklemek saflık olur. Ama bu örgütlerin hesap verebilir olmasını savunmak; AKP rejimi başta olmak üzere, otoriter rejimlere verdikleri destekler nedeniyle meşruiyetlerini sorgulamak doğrudur. Eninde sonunda bu örgütler üye devletlerin katkılarıyla, yani vatandaş vergisiyle, kurulan ve var olmaya devam eden örgütlerdir. Otoriteryen rejimlerin dünya çapında demokrasiye yönelik saldırılarına karşı mücadele, bu rejimleri aklayan uluslararası örgütlere karşı mücadeleyi de kapsamalıdır. Bugün uluslararası örgütlerden hesap sormak için hem daha çok neden var; hem de bu sorgulamaya destek verecek muhalif güç koalisyonları oluşturmak daha mümkün.

___________________

Mehmet Uğur

Ekonomi ve Kurumlar Profesörü

Greenwich Üniversitesi