Bu haftaki yazıda, dünya ekonomisinin ana göstergelerinde gözlenen tersine dönüş (reversal) sürecine ve bu sürecin Türkiye gibi ‘yükselen’ piyasalarla ilgili risklerine değinmeyi düşünüyordum. Ancak, Rusya’nın uluslararası hukuk kurallarına aykırı bir şekilde Ukrayna’yı işgal etmesi çok daha önemli bir gelişme olarak hepimizin gündemine gelmiş durumda. Bu gelişmenin tarihsel arka planının aydınlatılması, hem bugün acı çeken Ukrayna halkına hem de gelecek kuşaklara karşı sorumluluk gereğidir.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline karşı çıkıyorum – ABD’nin 2003’te uluslararası kuralları ihlal ederek Irak’ı işgal etmesine karşı çıktığım gibi. Ama bu yazının amacı Ukrayna’nın işgaline neden karşı çıkılması gerektiğini açıklamak değildir. Onun yerine, Ukrayna’nın işgalinin tarihsel arka planına bakmayı öneriyorum.

Bu açıdan baktığımda, ortaya çıkan sonuç şu şekilde özetlenebilir: Ukrayna’nın işgali Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) çatısı altında 1975’ten beri oluşturulmaya çalışılan Avrupa güvelik mimarisi (AGM) yapısının 1995’ten sonra NATO-ABD-AB üçlüsü tarafından çökertilmesinin sonucudur.

Bu sonucun son kullanma tarihi geçmiş liberal düşünce sahiplerini memnun etmeyeceğini tahmin ediyorum. Onlar ihlal karşıtı bir tutum alınmasını gerekli ve yeterli bir tutum olarak değerlendirmektedir. Benim görüşüm, işgal karşıtı tutum gerekli ama yeterli değildir. Yeterli koşul için iki gerçeğin altının çizilmesi gerekiyor. Birincisi, uluslararası hukuk ve Ukrayna halkının dostu olarak poz veren; ancak esas itibariyle tarihi misyonu bitmiş NATO’yu ayakta tutmaya çalışan ABD’nin Ukrayna’nın işgal edilme riskini arttıran bir politika izlediği gerçeğidir. İkincisi Avrupa Birliği’nin ABD politikasına karşı bir alternatif geliştirmek yerine bu politikanın kuyruğuna takılmasıdır.

Doğu ve Orta Avrupa’da savaşın Batı kaynaklı ekonomi politik temelleri

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra orta ve doğu Avrupa ülkelerindeki yönetici elitler, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası örgütler ve AB kurumları üç boyutlu bir geçiş politikası üzerinde anlaştı: özelleştirme, stabilizasyon ve de-regülasyon.

Özelleştirme, kupon karşılığında devlet işletmelerine ortaklık ve halk kapitalizmi vaat ediyordu. Ancak, özelleştirmenin ilk 5 yılında halkın ulusal varlıklar içindeki payı yaklaşık %25’in altında kalırken, çoğu vurguncu olan ‘yatırım fonlarının’ payı %75’in üzerinde oldu. Vurguncu yatırım fonlarının sahipleri de eski aparitçiklerden, halkın parasıyla yatırım fonu kuran ‘uyanık girişimcilerden’ ve mafyadan oluşuyordu. Bu yeni ‘girişimciler’ özelleştirilen varlıklara değerinin çok altında el koyuyordu. Tüm geçiş ekonomilerinde hükümetlerin tahsil ettiği özelleştirme gelirleri özelleştirilen varlıkların gerçek değerinin ancak %25 kadarını oluşturuyordu. Bu nedenle bütçe gelirleri yetersiz kalıyor, stabilizasyon politikaları gereğince kısılan sosyal destek, eğitim, sağlık, vs. harcamaları daha da kısılıyordu.

Bu koşulları yaratan neo-liberal politikalar çoğu zaman seçilmemiş ve hesap verebilirliği olmayan teknokratlar tarafından belirleniyordu. Gölge elitler (shadow elites) olarak araştırmalara konu olan bu karar vericiler bakanlık bürokratları, IMF/Dünya Bankası teknokratları, neo-liberal iktisatçılar ve hukuk/finans danışmanlarından oluşuyordu.

Bu sürecin temel politik sonuçlarından birisi, demokrasi talebinin giderek zayıflaması, hatta sahipsiz kalmasıdır. Avrupa Birliği’ne üyelik koşulları bu kötüleşmeyi biraz yavaşlatmış, bazı demokratik reformların yapılmasını mümkün kılmıştı. Ama 2004’teki genişlemeden sonra, AB’ye kapağı atan ülkeler dahil her yerde otoriterleşme veya demokratikleşmeden çark etme dönemi başladı. Artık demokrasi ve insan haklarına bağlılık güvenlik politikalarına kurban edilmeye başlamıştı.

Eski Sovyet coğrafyasında gelinen bu nokta üzücü ama şaşırtıcı değildir. İnsanlara vaat edilen kapitalist gelecek nihayet gerçekleşti fakat bu geleceğin yararları ve maliyetlerinin çok eşitsiz bir şekilde dağıldığı ortaya çıktı. Temsili demokrasi bu durumdan çıkış için fazla olanak sunmuyor. Çünkü eşitsiz güç dağılımı koşullarında kimin zengin veya fakir olacağı, kimin güç kazanıp kaybedeceği, kimin hanedan kuracağı ve kimin çocuklarının belirsiz bir geleceğe sürükleneceği demokratik süreçler aracılığıyla belirlenmiyor! Tam tersine, iktidar gücüyle ve iktidar odaklarıyla kurulacak ortaklıklarla belirleniyordu.

Yolsuzluk yalnızca Rusya’da ve Sovyet coğrafyasının Asya kısmında değil, diğer orta ve doğu ülkelerinde, Balkanlar’da temel nizam haline geldi. AB-NATO-ABD üçlüsü bu sürece seyirci kalmakla yetinmedi, NATO’yu otoriterleşen rejimleri kapsayacak şekilde genişletme politikası izledi ve bunu demokrasiyi savunma politikası olarak pazarladı.

Avrupa güvenlik mimarisinin NATO lehine terk edilmesi

Yukarıda da belirttiğim gibi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali uluslararası hukuka aykırı, insani maliyetleri yüksek ve gelecek kuşakların güvenliği açısından endişe verici bir eylemdir. Ama burada belirtilmesi gereken iki husus daha vardır. Birincisi, Rusya’daki Putin rejimi, ABD-NATO-AB üçlüsünün piyasa ekonomisi fetişizminin ürünlerinden birisidir. İkincisi de, ABD-NATO-AB üçlüsünün Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla ‘tarihin sonu’na gelindiğine ‘hükmetmesi’, yani Batı kapitalizmini tek nizam olarak gören bir doğmayla hareket etmesidir.

Bu doğma nedeniyle, Çin’i ve Rusya’yı da kapsayan çok kutuplu dünya sisteminin bir gerçeklik haline gelmeye başladığını kabul etmek istememiş, bu tür bir sistemin risklerinin yönetimi için farklı güvenlik yapılarının gerekli olacağını görmek istememiştir. Bununla da kalmamış, 1975’te iki kutuplu dünya sistemi için Birleşmiş Milletler’e bağlı olarak tasarlanan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nı (AGİT’i) yeni koşullara uyarlamak yerine, AGİT’i genişletilmiş NATO projesine kurban etmiştir.

1975’te kurulan AGİT, iki kutuplu ve nükleer silahlı bir dünyada Avrupa’daki güvenliğin ancak bir güvenlik oluşturma topluluğu (security-building community) vasıtasıyla sağlanabileceğini varsayar. AGİT, NATO veya Varşova Paktı gibi bir güvenlik şemsiyesi değildir. Bu tür güvenlik şemsiyelerinin kontrol edemeyeceği savaş riskini azaltmaya yönelik normları, koordinasyonu ve işbirliğini teşvik etme amacı vardır. Bu özelliği nedeniyle de sivil yaşam ve demokratikleşme alanında işbirliğini de teşvik eder.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, bundan önce 2008’de Gürcistan’a müdahalesi ve 2014’te Kırım’ı işgal etmesi AGİT kurallarının açık ihlalidir. Ama bu ihlallerin nedeni yalnızca Putin rejimin giderek ihlalci bir politika izlemesi değil, ABD-NATO-AB üçlüsünün Putin rejiminin giderek ihlalci bir politika izlemesini hem kışkırtan hem de kolaylaştıran bir politika izlemeleridir. Bu politikanın şekil alması 1992-1995 arısındaki döneme rastlar.

1992 yılında toplanan Helsinki-2 zirvesi, AGİT’in norm ve değerlerinin ve bunların uygulanma biçimlerinin insan haklarını ve demokrasiyi de kapsayacak şekilde genişletildiği bir zirve olur. 1994 yılı başlarında, Rusya ‘Güvenlik Modeli’ üzerine bir önerinin Aralık 1994’teki Budapeşte zirvesinde tartışılmasını önerir. Rusya’nın bu önerisinin temel nedeni NATO’nun 1994 Ocak ayında orta ve doğu Avrupa ülkelerini kapsayacak şekilde genişleme kararı almış olmasıdır.

NATO-ABD-AB üçlüsü Rusya’nın güvenlik modeli önerisini geçiştirir ve tartışmayı 1995’teki Lizbon zirvesine sarkıtır. Ayrıca, Barış İçin Ortaklık programını başlatır ve bu programın Kuzey Atlantik İşbirliği Konseyi’ni gölgede bırakmasının yolunu açar. Burada not edilmesi gereken nokta şudur: Kuzey Atlantik İşbirliği Konseyi eskiden Varşova Paktı üyesi olan ülkeleri, yani hem NATO’nun müstakbel yeni üyelerini hem de üye olması söz konusu olamayan Rusya gibi diğer AGİT üyelerini kapsayan, çok taraflı bir danışma kuruludur.

Dolayısıyla 1994 yılında NATO-ABD-AB üçlüsünün Rusya’ya iki çelme attığını, bu şekilde AGİT’in güvenilirliğine ciddi zararlar vermeye başladığını görüyoruz. Birinci çelme, iki Almanya’nın birleşmesini desteklemesi karşılığında Rusya’ya verilen NATO’yu genişletmeme sözünün tutulmamasıdır. İkincisi, Rusya’nın önem verdiği bir platform olan Kuzey Atlantik İşbirliği Konferansı’nın giderek işlevsizleştirilme sürecine sokulmasıdır. Her iki çelmenin temel mimarı, NATO genişlemesine aciliyet kazandırma kararı alan ABD’dir.

1995 sonrasında, AGİT Avrupa’ya özgü bir güvenlik mimarisinin aracı olmaktan giderek uzaklaşmıştır. Bunun bir nedeni, Putin’in Rus siyaset sahnesine girmesi ve çok-kutuplu dünya gerçeğini ABD-NATO-AB üçlüsüne daha sık hatırlatmaya başlamasıdır. Diğer nedeni, NATO’nun doğu ve orta Avrupa ülkelerine genişletilmesini Avrupa güvenlik mimarisinin yerine ikame eden ABD-NATO-AB üçlüsünün rövanşist tutumudur.

ABD-NATO-AB üçlüsünün rövanşist tutumu dört olumsuz sonuca yol açmıştır. Birincisi, Rusya’nın kuşatılmasında işlevli görülen doğu ve orta Avrupa ülkelerindeki demokrasiden uzaklaşma sürecine büyük ölçüde göz yumulması. İkincisi, eski Sovyet coğrafyasındaki nüfuz alanını konsolide etmek veya güçlendirmek isteyen Putin rejiminin savunma gerekçesiyle uygun gördüğü anlarda hamle yapmasının önünün açılması. Üçüncüsü, NATO üyesi veya NATO müttefiki olan otoriter rejimlerin Türkiye’de ve orta-doğuda istediği gibi at koşturma olanağını elde etmeleri.

Dördüncü olumsuz sonuç Ukrayna’yla ilgili. Ukrayna’daki demokratikleşme süreciyle NATO temelli güvenlik politikasının öncelikleri karışmış; ülke çok kutuplu dünyanın iki kutbunun tepişme alanlarından birisi haline gelmiştir.

__________

Mehmet Uğur

Ekonomi ve Kurumlar Profesörü

Greenwich Üniversitesi