Geçen haftaki yazımda, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin 1995’ten sonra NATO-ABD-AB üçlüsü tarafından çökertilen Avrupa güvelik mimarisinin, yani kaybedilen bir barışın sonucu olduğunu belirtmiştim. Bu yazıda kaybedilen barışın ekonomik ve politik sonuçlarına değinmek istiyorum.

Kaybedilen barışın politik sonuçları

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi karşısında çok farklı kesimlerin savaş karşıtlığı temelinde bir araya geldiğini görüyoruz. Birinci kümede savaş karşıtı bireyler ve organizasyonlar var. Bunlar işgalin bir an önce sona ermesini ve yerinden edilen Ukrayna vatandaşlarına sığınma imkânları dahil her türlü yardımın yapılmasını talep ediyor. İkinci kümede hükümetler var. ABD ve AB üyeleri başta olmak üzere, birçok hükümet Rusya’ya ciddi ekonomik yaptırımlar ilan ediyor veya Rusya ile var olan ekonomik/ticari bağlarını gözden geçiriyor. Üçüncü kümede ise uluslararası şirketler var. Birçok finans, teknoloji ve enerji tekeli ya Rusya piyasasından çekiliyor ya da Rusya’daki faaliyetlerine ara veriyor. Kısaca, uluslararası hukuku ihlal eden Rusya’ya karşı bugüne kadar görülmemiş derecede geniş katılımlı ve kapsamlı bir ekonomik yaptırım ve tecrit kampanyası söz konusu.

Bu kampanyanın ve arkasındaki koalisyonun gelecekteki barış hareketini güçlendirici bir etkiye sahip olması beklenebilir. Ne de olsa artık hepimiz barış cephesindeyiz! Ne var ki, tersi daha olasıdır.

Bunun iki nedeni var. Her şeyden önce, anti-işgal koalisyonunun devlet ve şirket kümesinin çıkara dayalı işgal karşıtlığı ile sahici barış taraftarlarının ilkesel işgal karşıtlığı arasındaki fark bulanıklaşmıştır. Hatta daha az cömert bir ifadeyle, sahici barış taraftarlarının işgal ve savaş karşıtlığı devlet/sermaye aktörlerinin propaganda makinesine eklemlenmiştir. Bu durum, Batı ülkelerindeki sahici barış hareketini zayıflatacak ve bu hareketin evrensel meşruiyet zeminini olumsuz etkileyecektir. Başka türlü ifade edersek, Batı ülkelerindeki barış hareketinin ABD-AB-NATO üçlüsünü Rusya veya Çin ile karşı karşıya getirebilecek bir dünya savaşı tehlikesine karşı muhalefeti, Rusya veya Çin kamuoyunda daha az karşılık bulacaktır.

İkinci neden daha çok AB coğrafyasıyla ilgilidir. Herkesin yer aldığı barış cephesi fotoğrafından dışlanmama kaygısı nedeniyle, savaşa, silahlanmaya ve nükleer enerjiye karşı muhalif partiler giderek ana-akım partilere yakın politikalar izlemeye başlayacaktır. Bu süreç Almanya’da hükûmet ortağı olan Yeşilleri hâlihazırda etkilemiş bulunmakta. Parti, silahsızlanma, çatışmalı bölgelere silah gönderilmemesi ve yeşil enerji politikalarında ciddi tavizler vermeye başladı. Bu süreçte Kuzey Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin daha NATO’cu bir güvenlik politikasına doğru evrildiği ve daha çok everileceği de açıktır.

Kaybedilen barışın diğer bir politik maliyeti demokrasinin geleceğiyle ilgili. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali otoriter rejimleri yalnızca Rusya veya Çin’de değil Polonya, Macaristan, Türkiye gibi ülkelerde de güçlendirecektir. Bu rejimlerin desteğini kazanmak için, ABD-NATO-AB üçlüsü demokrasi ve insan hakları ihlalleri konusunda daha çok sessiz kalacaktır. Mevcut otoriteryen rejimler daha önemli güç simsarları haline geldikçe, Avrupa’nın birçok ülkesindeki ırkçı partiler oy oranlarını arttıracak; belki de iktidar olacaktır.

Kaybedilen barışın belirmeye başlayan diğer bir politik maliyeti Ukrayna’daki rejimin evrimiyle, yani en büyük acıyı çeken Ukrayna halklarının geleceğiyle ilgilidir. Polonya bağımsızlığını korusa bile, devletçi/milliyetçi/militarist yönleri ağır basan bir devletleşme ve uluslaşma sürecine girecektir. Diğer bir deyişle, kapitalizm atına oynayan liberalizm bir Sovyet-sonrası Avrupa ülkesinde daha demokrasi yerine otoriteryen bir rejime ebelik edecektir. Bu rejimde, varlığı bilinen ama ABD-NATO-AB üçlüsü tarafından göz ardı edilen neo-Nazi güçler Polonya’nın devletleşme ve uluslaşma projesinde oldukça etkili bir rol oynayacaktır.

Kaybedilen barışın ekonomik maliyetleri

Çin ve Rusya’nın da içinde bulunduğu kapitalist dünya sisteminde, artık ana-akım iktisatçıların bile kabul ettiği ve sonuçlarını analiz etmeye başladığı birçok olumsuz eğilim söz konusudur. Verilerle sabit bu eğilimler arasında şirketlerin artan tekel gücü, artan gelir ve zenginlik eşitsizliği, emeğin ulusal gelir içindeki payının düşmesi, para politikasının enflasyonu düşürmede giderek etkisiz hale gelmesi ve teknolojik değişimin gerçek üretkenlik yerine şirketlerin tekel gücünü arttırması başta gelmektedir. Covid-19 pandemisinin bu eğilimleri güçlendirdiği bilinmektedir.

Tekel gücüne sahip sermaye sahipleri lehine olan bu gelişmeler sistemik riski arttıran mikro ve makro risklerle atbaşı gitmektedir. Bunlar arasında ilk akla gelenler şöyle sıralanabilir: (i) şirket ve hane-halkı borçları giderek artmaktadır; (ii) şirketlerin ve hane halklarının negatif bir gelir şokuna karşı ayakta durması giderek zorlaşmaktadır; (iii) kişi başına gelir düşüşü yaşanan ülkelerin sayısı artmaktadır; (iv) toplam kamu borcu her ülkede artmakta, özellikle gelişmekte olan ülkelerin borcunu ödeyememe (temerrüde düşme) olasılığı artmaktadır; (v) bununla birlikte, kamu maliyesi daha az şeffaf hale gelmekte ve kamu borçları daha kompleks bir yapı arz etmektedir; (vi) hükümetlerin şirket borçlarının takibi ve bankaların regülasyonuyla ilgili politikaları giderek daha gevşek ve örtük hale gelmektedir; (vii) bu nedenle, negatif bir büyüme şoku halinde batma tehlikesi olan şirketlerin ve bankaların toplam içindeki gerçek payı bilinmemektedir.

Ukrayna’yı işgal eden Rusya’ya karşı alınan yaptırım kararları bu riskleri arttırmaktadır. Economist Intelligence Unit (EIU) tahminlerine göre, yaptırımlar küresel enflasyonu %6 civarında arttıracak. Bu artışa en büyük katkıyı enerji, tahıl ve alüminyum, nikel, titanyum gibi baz metaller yapacaktır. Rusya kaynaklı enerji ithalatına herhangi bir ambargo konmayacağı varsayımına dayalı bu projeksiyona göre, Avrupa’daki büyüme oranı 2022’de %3,9’dan %2’ye düşecek. Ancak bu düşüş eşitsiz dağılacak: Rusya ve Ukrayna’da büyük düşüşler beklenirken, Avro bölgesinde veya dünya ortalamasında düşüş yarım puan civarında kalacaktır.

Başka bir kaynağa (National Institute of Economic and Social Research’e) göre, dünyadaki büyüme ortalaması 2022’de yarım puan, 2023’te ise %1 düşecek. Avro bölgesindeki büyüme düşüşleri ise EIU tahminlerine göre daha yüksek: 2022’de %0,9 ile %3 arasında; 2023’te ise %0,7 ile %1,8 arasında. Rusya kaynaklı enerji ithalatına ambargo konması halinde, büyüme ve enflasyon üzerindeki olumsuz etkilerin daha yüksek olacağı beklenmekte.

Not edilmesi gereken üç nokta daha var. Birincisi, yaptırımların olumsuz etkilerinin ülkeler arasındaki dağılımıyla ilgili. Yaptırım kampanyasının başını çeken ve AB dahil tüm müttefiklerini yaptırımlara katılma doğrultusunda zorlayan ABD en az zararlı ülke olacaktır. Buna karşın, yaptırımların olumsuz etkileri daha yoksul ülkelerde daha çok hissedilecektir. Bunun bir nedeni, bu ülkelerin yaptırım şoklarını absorbe edecek mali imkanlara sahip olmaması. İkincisi, mali açıklarını dengelemek için IMF’den alacakları yardımın genellikle kemer sıkma reçeteleriyle birlikte gelecek olması. İkinci nokta, maliyetlerin toplumsal gruplar arasındaki eşitsiz dağılımıyla ilgili. Her kriz döneminde olduğu gibi, yaptırımların neden olacağı enflasyon ve ekonomik daralmanın maliyeti en çok düşük ücretli işçi ve emekçilerin üstünde kalacaktır. Bu nedenle, zaten artmış bulunan gelir eşitsizliği daha da artacaktır.

Üçüncü nokta Türkiye’yle ilgili. Enerji ve gıda ithalatı ile turizm gelirleri açısından, Türkiye Rusya’ya uygulanan yaptırımlardan en çok olumsuz etkilenecek ülkelerin başında gelmekte. Gıda ve enerji fiyatlarındaki artışlar hali hazırda %50’yi aşkın enflasyonu daha da arttıracaktır. Ayrıca, hem enerji ve gıda ithalatı maliyetinin artması hem de turizm gelirlerinin düşmesi nedeniyle, cari açık artacaktır. Artan enflasyon ve cari açık TL üzerindeki baskıyı arttıracak ve merkez bankasının masa altından döviz satarak korumaya çalıştığı kur yükselmeye devam edecektir. Rusya ve Ukrayna piyasasına iş yapan şirket ve bankalardan kaynaklanacak mikro riskleri bir kenara koysak bile, enflasyon-cari açık-kur üçlüsüyle ilgili makro riskler AKP rejiminin ‘Türkiye ekonomi modeli’nin sonuna gelindiğine işaret etmektedir.

Mehmet Uğur

Ekonomi ve Kurumlar Profesörü

Greenwich Üniversitesi