Otoriteryen AKP rejimi keyfi, hesap verebilirlikten uzak ve şiddete dayalı politika şoklarıyla ayakta kalmayı bir sanat haline getirmiş bulunuyor. Dış politikada saldırganlık ile başlayan şoklar serisi, içeride devlet eliyle tırmandırılan şiddetle ve toplumsal muhalefete karşı düşman hukuku uygulamalarıyla yeni pikler yaptı.
Pandemi koşullarında, politika şokları ekonomi alanına yayıldı. Düşük üretkenlik, sürekli cari açık ve eşitsizlik üreten büyüme gibi yapısal sorunları çözmek yerine, AKP hükümeti düşük faiz ve yüksek kur politikasına dayalı bir ‘büyüme’ modelini devreye soktu. Yükselen kur ve enflasyon nedeniyle gelirleri ve tasarrufları eriyen vatandaşlar hemen hemen her gün devreye sokulan yeni ekonomik müdahalelerle bombardımana tutuldu. Artan ekonomik ve mali riskler nedeniyle, bugünden yarına ayakta kalma kaygısı toplumsal muhalefet refleksinin yerini aldı.
Toplumun büyük bir çoğunluğu bu şekilde mecalsiz kalmışken, AKP’nin yeni Hazine ve Maliye Bakanı ‘her şey sermaye için’ programını devreye soktu. Önce kur korumalı mevduat yoluyla kamuya ait merkez bankası ve hazine kaynakları özel mevduat sahiplerinin hizmetine sokuldu. Ardından Reis’in öncülüğünde bürokrasi dahil yatırımcıların önündeki her türlü engelin kaldırılacağını müjdeledi!
Beklenen enflasyonu kredi faizlerine yansıtarak karlılığını arttıran bankacılık sektörüne kura endeksli devlet tahvilleri yoluyla yeni kar kapıları açıldı. Bu koşullarda patlama yapan bankacılık kârları nedeniyle yükselen borsa endeksinin gölgesinde, ‘girişimciler’ için altı adet yeni destek programı devreye sokuldu.
Ardı ardına gelen bu ekonomi politikası şokları karşısında toplumsal muhalefet refleksinin ne denli örselendiğini anlamak için Türkiye’deki enflasyonun Lübnan, Sudan, Suriye, Venezuela ve Zimbabve’den sonra en yüksek altıncı sırada olduğunu hatırlamak gerekiyor. Bu altı ülkenin diğer bir ortak özelliği otoriter/otokrat rejimlerle yönetiliyor olmasıdır.
Her iki özelliği birlikte ele aldığımızda basit bir sonuç çıkıyor ortaya: ekonomik kriz alternatif bir toplum projesi için muhalefet üretmek kadar otoriter/otokrat rejimlerin devamı için elverişli koşullar da yaratabilir. Bu nedenle, AKP rejiminin örselenen toplumsal muhalefeti bir fırsat penceresi olarak kullanıp yeni bir birikim modeli örmeye çalıştığını düşünüyorum.
‘Türkiye ekonomi modeli’ olarak pazarlanan bu modeli daha önceki yazılarımdan birinde neo-merkantilist olarak tanımlamış ve bu modele eşlik edecek yeni bir baskı dönemine dikkat çekmiştim. Bu yeni birikim modeli üç boyutludur. Birinci boyut, enflasyon ve yüksek işsizlik sopası vasıtasıyla ücretlerin katma değer içindeki payının düşürülmesi; yani sermayeye giden karın arttırılması. İkinci boyut, düşük işgücü maliyetleri ve yüksek kamu desteği yoluyla özel sermaye yatırımlarının arttırılması. Üçüncü boyut ise dış kaynak sağlamakla ilgili. Neo-merkantilist modelde dış kaynak sağlamanın bir yolu modelin ilk iki boyutunu pazarlayarak dış yatırımcı çekmektir. Diğer yönü, düşük kur ve ucuzlayan işgücü maliyetleri temelinde ihracatın arttırılması, böylece ödemeler dengesinin büyüme üzerindeki kısıtının gevşetilmesidir.
Çoğunluğu fakirleştirecek bir birikim modeli
Neo-merkantilist birikim modeliyle ilgili iki öngörü var. Bir yanda, AKP rejiminin model üretmekten çok kendi bekası için kumar oynamaya eğilimli bir rejim olduğunu belirtenler var. Eleştiriler, yeni birikim modelinin konvansiyonel olmayan politika araçlarının ancak geçici bir rahatlama sağlayacağına, eninde sonunda modelin çıkmaza gireceğine işaret ediyor. Bu doğrultuda fikir beyan edenler yalnızca muhalif iktisatçılardan oluşmuyor. Modelin satıcısı bakan Nebati’nin vaatlerine rağmen, Türkiye’den dış yatırımcı çıkışı devam ediyor. Geçmişte AKP rejimi lehine tarafgir rapor ve görüş belirten IMF, Dünya Bankası ve kredi derecelendirme kurumları artık Türkiye’nin artan risklerine işaret ediyor. Türkiye’nin büyüme hızıyla ilgili projeksiyonlarını aşağı çekiyor. Bunun dışında, yatırımcılara enformasyon sağlayan analistler Türk bankalarının ve reel sektör şirketlerinin şimdi kar gösteren bilançolarının kötüleşeceğine işaret ediyor.
Diğer yandan, işgücünü disiplin altına alan ve sermayeye bol keseden devlet desteği sağlayan rejim politikaları karşısında iştahı kabaran sermaye sahipleri var. Yani, neo-merkantilist birikim modelinin sermaye sahiplerini mobilize etme ve sermaye-devlet birlikteliğini yeni bir düzeye yükseltme ihtimali var. Bu ihtimal, varoluş riskleri karşısında mecalsiz kalan bir toplumsal muhalefet refleksi ve bu refleksi daha olası kılan bolünmüş/etkisiz bir siyasal muhalefetin varlığı nedeniyle ciddiye alınmalı. Diğer bir deyişle, birikim modeli çıkmaza girse bile, modelin mimarı olan otoriteryen rejimin iktidarda kalması ve modeli dayatmaya devam etmesi mümkün.
Bundan sonraki sürecin ikinci öngörü doğrultusunda evrilmesi halinde, enflasyon ve kur artışı nedeniyle yaşanan fakirleşme genelleşecek ve bu fakirleşmenin tersine çevrilmesi zorlaşacaktır. Bunun bir nedeni, Türkiye’nin ticaret hadlerindeki gerilemenin neo-merkantilist modelde kalıcı hale gelmesidir. Aşağıdaki grafikte görüldüğü gibi, Türkiye’nin ticaret hadleri 2016’dan bu yana gerilemektedir.
2020-2021arasındaki keskin düşüş neo-merkantilist modele geçisin habercisidir. Bu birikim modelinin amacı ihracat fiyatlarını rekabet edecek şekilde düşük tutmak, böylece cari açığı kapatmak, ödemeler dengesini iyileştirmek ve böylece dış finansman gereğini azaltmaktır. Ancak bunun uzun erimdeki sonucu Türkiye’de refah kaybı; Türkiye’nin ticaret ortaklarında ise refah artışıdır.
Türkiye’deki refah kaybının yükünü işçiler ve tüketiciler çekmek zorundadır. Türkiye’deki işçiler bir birimlik ithal ürünü tüketebilmek için daha fazla ihraç ürünü üretmek zorundadır. Diğer yandan, tüketiciler bir birimlik ithalat ürünü tüketmek için daha çok miktarda ihraç edilebilir ürün tüketmekten vazgeçmek zorundadır. Sermaye sahiplerinin bu refah kaybından etkilenmesi söz konusu değildir çünkü AKP rejimi işçilerin sermaye sahiplerine karşı pazarlık gücünü azaltacak her türlü tedbiri zaten almıştır!
Neo-merkantilist ekonomi modelinin çoğunluk için fakirleşme üretmesinin ikinci nedeni ticaret hadlerinde ve TL’nin reel efektif değerinde gözlenen düşüşe rağmen cari açıkta beklenen iyileşmenin sağlanamamasıdır. Aşağıdaki grafikte görüldüğü gibi, Türkiye’deki büyüme cari açık yaratan bir büyüme olmuştur.
Cari açıkta gözlenen bu direnç, yukarıda sözünü ettiğimiz ticaret hadleri gerilemesine ve TL’nin reel efektif değerinde 2013’ten bu yana %60’lık bir düşüşe rağmen gerçekleşmiştir. Bu durumda, neo-merkantilist model yalnızca dışarıya refah kaydırmakla kalmayacak Türkiye’nin ekonomik büyümesi üzerindeki ödemeler dengesi kısıtını da hafifletemeyecektir. Sonuçta ekonomik büyüme potansiyeli düşük kalacak, Türkiye’deki işçiler ve tüketiciler ek bir refah kaybı daha yaşayacaktır. AKP rejiminin ayakta kalması halinde, işçilerin pazarlık gücü sınırlı kalmaya devam edecek, potansiyelin altında gerçeklesen büyüme sermaye sahiplerinin kârlarını olumsuz etkilemeyecektir.
Her iki refah kaybını dikkate aldığımızda şu benzetme uygun düşmektedir: AKP rejiminin neo-merkantilist modeli kurtları salma, halkın kendisini savunma aracı olarak kullanabileceği taşları bağlama modelidir.
Mehmet Uğur
Ekonomi ve Kurumlar Profesörü
Greenwich Üniversitesi
Greenwich Ekonomi Politik Araştırmaları Merkezi