Demokrat Haber okuyucularının affına sığınarak para politikası üzerine tekrar yazıyorum. Geçen haftaki yazının sonunda kurala bağlı bir para politikasından yana olduğumu; ama merkez bankasının yalnızca hükümete ve/veya çoğunluk hükümeti güdümündeki meclise değil, para politikasından etkilenen toplumsal gruplara karşı da hesap verebilir olması gerektiğini belirtmiştim. Buradan devam ederek, bu yazıda para politikası kuralının ne işe yaradığına ve para politikasının demokratikleştirilmesinin neden mümkün ve gerekli olduğuna değineceğim.

Para politikası kuralı ne işe yarar?

Gecen haftaki yazıda birkaç para politikası kuralına kısaca değinmiştim. Bunlardan, para miktarına veya belirli bir enflasyon hedefine dayalı kuralların hem teorik hem de pratik açıdan sorunlu olduğunu belirtmiştim. 1970 ve 1980’lerde para miktarı hedeflemesi yapan ülkeler açıklanan miktar hedefini tutturamamış, para miktarı hedefi aşıldığında yükselmesi gereken enflasyon düşmüştür! Miktar hedeflemesinin bu başarısızlıklarının temel nedenlerinden birisi, para arzının kredi talebine bağlı endojen bir değişken haline gelmesidir. Yani, giderek büyüyen ve karmaşıklaşan finans piyasaları merkez bankasının özerk bir para miktarı hedefi gütmesini, gütse bile yakalamasını, büyük ölçüde olanaksızlaştırmıştır.

Enflasyon hedefine dayalı para politikası kuralını savunanlar, bu kuralın daha başarılı olduğunu iddia etmiştir. Bunun için, enflasyon hedeflemesi yapan ülkelerin daha düşük enflasyon ve daha yüksek büyüme oranları elde ettiğine dair kanıt ileri sürülmüştür. Ancak bu kanıtları diğer ülke performanslarıyla kıyaslayan ve 2007’de yayınlanan bir , enflasyon hedeflemesinin diğer ülkelere göre enflasyonu ve enflasyon volatilitesini düşürmediğini ortaya koymuştur.

Bu arka plan ışığında, nominal gelir hedefi kuralının veya enflasyon ve işsizlik arasındaki takasa dayalı Taylor kuralının uygun olabileceğine işaret etmiştim. Birbirine oldukça benzer bu iki kural arasında iki temel fark vardır. Birincisi, Taylor kuralı tahmin edilen bir milli gelir hesabına dayanırken, nominal gelir kuralı gözlenen gelir miktarına dayanır. İkincisi, Taylor kuralı enflasyon ile büyüme hedeflerine eşit veya önceden belirlenmiş birer ağırlık (önem) atfedilmesini gerektirirken, nominal gelir kuralı ağırlık (önem) seçimini politik iradeye bırakır. Bu durumda, model belirsizliğine tabi olmayan, yani gözlenen gelir hesabına dayalı olan nominal gelir kuralı Taylor kuralına göre tercih edilebilir. Ancak, bu tercih ‘politik irade’ olarak kabul edilen devletin ve/veya hükümetin doğru tercihi yapacağını varsayar. Devletin/hükümetin oportünist reflekslerini dikkate aldığımızda, bu varsayım doğru değildir. Dolayısıyla, enflasyon ve büyüme için önceden belirlenen ve seçmen tarafından oylanan ağırlıklar (önem dereceleri) belirlemek bana göre daha doğrudur.

Orijinal Taylor kuralında büyüme ve enflasyon için eşit ağırlık (önem) verilir. Yani enflasyonu düşürme ve işsizliği azaltmaya yönelik büyüme gereksinimi para politikasının temel araçlarından olan politika faizi üzerinde eşit etkiye sahiptir. Ancak bunun böyle olması kaçınılmaz değildir. Ekonominin bazı yapısal özellikleri (örneğin gizli işsizlik veya kadınların işgücüne katılım oranları) dikkate alınarak, büyüme/işsizlik hedefine daha yüksek bir ağırlık verilmesi mümkündür. Önemli olan, bu tercihin veriler ışığında belirlenmesi ve seçim ya da referandum yoluyla toplumsal kabul görmesidir.

Peki kural üzerinde niye bu kadar laf ediyorum? Bunun iki nedeni var. Birincisi, başta tüm toplum kesimlerine ikincil olarak da iç ve dış sermaye piyasalarına anlaşılması kolay ve şeffaf bir para politikası sinyali vermek. İkincisi, verilen sinyalin toplumun değil de hükümetin politik ihtiyaçları uyarınca değiştirilmeyeceğini, yani zamana karşı dayanıklı olacağını ortaya koymak. Açık/şeffaf ve inandırıcı (yani zamana dayanıklı) kuralların/normların iki yararı vardır: (i) ekonomik, politik ve toplumsal aktörlerin kurala uygun gelecek beklentisi oluşturmalarını sağlar; (ii) oluşan bu beklentiler de kural vasıtasıyla elde edilecek hedeflerin (örneğin büyüme veya enflasyon hedeflerinin) daha az maliyetle elde edilmesine olanak verir.

Erdoğan gibi şapkadan tavşan çıkarma sevdalısı olmayan okur mutlaka soracaktır: Peki bu kuralın maliyeti ne? Eğer iş bu kadar kolay ise, hükûmetler böylesi bir kuralı neden benimsemiyor ve kuralın müjdelediği başarılı ekonomik performans temelinde yeniden seçilmeyi neden garanti altına almıyor? Bu soru haklıdır. Ama ancak şu varsayım altında haklıdır: hükümet/devlet şapkadan tavşan çıkarmaya yeltenmez, örneğin kuralı ekonomik bölüşüm parametrelerini değiştirecek şekilde değiştirmez. Daha önceki yazımdan anlaşılacağı gibi, böyle bir varsayımı fazla inandırıcı görmüyorum. Bence hükümetler de görmüyor ki, böylesi bir kuralı benimsemiyor; benimsediklerini söyleseler bile, ilk fırsatta kuraldan uzaklaşıyor.

Yukarıda söylenenlerden kuralın değişmez kalacağı sonucu çıkmamalıdır. Ancak, kuralda değişiklik veya kuralın uygulanmasıyla ilgili hesap verebilirlik için de açıkça belirlenmiş normlar ve prosedürler olmalıdır. Bundan sonraki para politikasının demokratikleştirilmesi bölümünde bu normlara değineceğim.

Para politikasının demokratikleştirilmesi

Aslında Türkiye’de ve dünyada sorun yalnızca para politikasının değil, tüm ekonomi politikası konsonantlarının demokratikleştirilmesidir. Ancak, konu para politikası olduğu ve bu konuya otoriteryen AKP rejimin son numaraları nedeniyle girdiğimiz için, merceği para politikasına odaklamakta yarar var. AKP rejiminin para politikası yalnızca kuralsız/keyfi uygulamalardan oluşmuyor. Aynı zamanda, bu kuralsız/keyfi uygulamaların olumsuz sonuçları için vatandaşın herhangi bir hesap sorma olanağı yok. Kur korumalı mevduat örneğine bakıldığında bu iki yön çok açık olarak ortaya çıkıyor. Birincisi, rejim kur korumalı mevduat (KKM) hakkında kaynağı belirsiz propaganda rakamlarından başka hiçbir veri yayınlamıyor. İkincisi, kur korumalı mevduatın yüksek enflasyon nedeniyle erimesi karşısında hiçbir güvence vermiyor. Üçüncüsü, KKM’nin bütçe maliyetini düşük tutmak için kamu bankaları vasıtasıyla kura müdahale yapılıyor ama bu müdahale hem toplumdan hem de KKM zokasını yutmuş vatandaşlardan gizleniyor.

Rejimin bekası dışında hiçbir rasyonalitesi olmayan ve patladığında maliyetleri sarsıcı olacak bu türden keyfi bir para politikasının yeniden yaşanmaması için, para politikası hem kurala bağlı olmalı hem de demokratikleştirilmelidir. Demokratikleştirmenin ilk adımı, para politikasını ‘teknik’ bir konu olmaktan çıkarıp bir kamu yararı (public good) olarak yeniden tanımlamaktır. İkinci adım, bir kamu yararı olarak para politikasının içeriğinin yalnızca hükümete yakın veya hükümetten maaş alan para politikası teknokratları tarafından belirlenmesine son vermektir. ‘Kurucu meclis’ fikrine benzer bir şekilde, para politikasının belirlenmesi, açıklanması ve dokümantasyonu konusunda yeni bir inşa süreci gereklidir.

Demokratikleşmenin üçüncü boyutu, para politikasının şimdiye kadar ihmal edilen bazı yönlerinin mercek altına alınmasıdır. Bir örnek verelim. Finans sermayesinin çıkarları doğrultusunda, merkez bankası bürokrasisi para politikasıyla gelir dağılımı/eşitsizliği arasındaki ilişkiyi dikkate almamaktadır. Bu kafayı kuma gömme numarası, gelir eşitsizliğinin başka politika alanlarının (örneğin maliye politikasının) sorumluluğu olması argümanıyla meşrulaştırılmaktadır. Oysa, para politikasından kaynaklı enflasyon ve/veya kur artışı gelir eşitsizliklerini arttırır. Dolayısıyla, para politikası kurumu, yalnızca kur ve enflasyon için değil, bu ikisinin gelir dağılımı üzerindeki olumsuz etkileri için de hesap verebilir olmalıdır.

Demokratikleşmenin dördüncü bir boyutu merkez bankasının enflasyonun kaynakları konusunda daha şeffaf ve eksiksiz bilgi üretmesi; kendisi üretemiyorsa üretilen bilgileri dikkate almasıdır. Giderek yaygınlaşan bulgulara göre, dünyandaki fiyat (yani enflasyon) dinamiği ücretlerin düzeyinden çok tekel gücüne sahip şirketlerin fiyat belirleme imkânından kaynaklanıyor. Fiyatın marjinal maliyetten ne kadar yüksek olduğunu ölçen ana-akım ve muhalif iktisatçılar, tekel gücüne sahip şirketlerin fiyat politikasının makroekonomik istikrasızlık ve eşitsizlik kaynağı olduğunu gösteriyor. Bu bilgiler ışığında, enflasyona verilen ağırlık yeniden değerlendirilmeli; enflasyon hedefinin tekelci şirket fiyatlaması nedeniyle aşılması halinde, fatura işçilere yıkılmamalıdır.

Başka örnekler vermek mümkün. Ama burada amaç ne tam bir reçete vermek ne de buraya sığdırılan örnekleri değişmez kalıp olarak sunmak. Amaç, demokrat muhalefetin Türkiye’de daha cesur, kapsayıcı ve adil bir para politikası çerçevesi için söyleyeceklerinin olduğunu göstermek. Bu çerçevenin demokratikleştirişi olduğu kadar adil ve sürdürülebilir büyümenin garantisi olacağını anlatmak. Giderek hoyratlaşan otoriteryen rejimin ülkeyi esir alamayacağını, cesur ve kurutuluşçu politika arayışlarına ivme kazandıracağını birlikte görmek üzere.

______________

Mehmet Uğur

Ekonomi ve Kurumlar Profesörü

Greenwich Üniversitesi