Depremle ilgili her haberi, her yazıyı okumaya çalıştım. Toplantılara, dayanışma gruplarına, bağış kampanyalarına katıldım. Ama elim bir türlü yazmaya varmadı. Bir tür ‘söz bitti, şimdi pratik eylem zamanı’ mentalitesiyle hareket ediyordum. Ama 9 Nisan Pazar günü İstanbul’da yaşayan bir lise arkadaşımdan mesaj aldım. İkimizin memleketi olan Samandağ’da yapılan bir toplantının ilanını paylaşıyordu sevgili İbrahim.
Demokrat Haber okuyucularının bildiğini tahmin ediyorum, ama tekrar belirtmekte yarar var: Samandağ deprem sonrasında AKP rejiminin yüzüstü bıraktığı yerlerden birisi. Devletin Antakya, Samandağ, Defne, İskenderun vb. yerlere çok geç ‘ulaşması’nın ve ulaştığında sopa göstermeye başlamasının nedeni vardı: bölge halkının Suriye savaşı dahil AKP projesini satın almamış olması. Arkadaşımın ilanını paylaştığı toplantıyı tanımlayan üç cümle bu ‘aykırılığı’ açıkça gösteriyordu: “Samandağ rant şirketlerinin malı değildir”; “Hayatımız, sağlığımız satılık değildir”; ve “Bir deprem yaşadık, ikincisine geçit vermeyeceğiz”.
Bu cümleleri okuduğumda beynimde birden bire üç düşünce belirdi. Birincisi, 1970’lerde Samandağ’da başlattığımız aktivizm geleneğinin sürmekte olduğunu düşündüm ve heyecanlandım. Tam bu düşünceyi proses ederken, Samandağlı depremzedelerin Noemi Klein’ın analiz ettiği felaket kapitalizmi tehlikesinin farkında olduğunu gördüm. Buradan da AKP rejiminin deprem sonrasında devreye soktuğu felaket kapitalizminin teşhir edilmesinin depremzedelerin davasına omuz vermek anlamına geleceğine kanaat getirdim ve bu yazıyı yazmaya koyuldum.
Noemi Klein’ın Şok Doktrini adlı kitabında analiz edilen felaket kapitalizminin iki özelliği var: (i) savaş veya doğal afetlerin yarattığı yıkımların sermaye için yeni kar ve rant kaynağı haline getirilmesi; (ii) bunu mümkün kılan hoyrat ekonomi politikalarının halkın savaş veya doğal afet nedeniyle şokta olduğu, dolayısıyla bu politikalara karşı direniş örgütleme imkanının düşük olduğu dönemlerde empoze edilmesi.
Bu yazının amacı, AKP’nin depremi fırsat bilen felaket kapitalizminin resmini çizmek ve bunun deprem sonrasındaki süreçte artacak ekonomik ve sosyal maliyetlerine dikkat çekmek. Bundan sonraki yazıda dünyadaki afet-sonrası imar deneylerine bakacak ve Türkiye’de deprem sonrasında adil ve katılımcı bir yeniden inşa sürecinin başarı imkanlarını inceleyeceğim.
Deprem şoku ve AKP rejiminin felaket kapitalizmi
Önce depremin fiziksel ve ekonomik yıkım maliyetiyle ilgili bir kaç gözlem. Depremden etkilenen 11 ilimizin toplam nüfusu 14 milyondan biraz fazla ve Türkiye nüfusunun %16,4’üne tekabül ediyor. Depremin tahmin edilen fiziksel hasar maliyeti en az 34 milyar dolar; toplam ekonomik maliyeti ise en az 100 milyar dolar civarında. Bu rakamlar ulusal gelirin %4 ile %9’una tekabül ediyor.
Deprem bölgesindeki eğitimli nüfus oranı Türkiye ortalamasının üstünde. Tüm öğrencilerin (ilk, orta, lise ve yüksek okul öğrencilerinin) Türkiye’deki öğrenci sayısına oranı yüzde 21,4‘tür ve bu oran bölgenin toplam nüfus içindeki payına (%16.4) göre daha yüksektir. Buna rağmen, deprem bölgesinde kişi başına gelir daha düşük, işsizlik oranı ise daha yüksektir. Bu nedenle, deprem bölgesinin ulusal gelir içindeki payı (%9.8) nüfus payına (%16,4) göre düşüktür. Özetle, veriler bölgenin ekonomik pastadan aldığı payın hem nüfusuna hem de beşeri sermaye stokuna göre düşük kaldığını veya bırakıldığını göstermektedir.
AKP rejiminin depremden hemen sonra bölgede sergilediği uygulamalar bölgenin göreli olarak geri kalmış/bıraktırılmış statüsünün daha da kötüleşeceğini düşündürmektedir. Acil müdahale ve kurtarma evresinde yetersiz kalan, ehliyetsizliğini ve ayırımcı karakterini ortaya koyan AKP rejimi depremin şokundan yararlanmakta ve neoliberal politika ve uygulamalarını hoyrat bir şekilde deprem bölgesine empoze etmekte çok ‘cevval’ davrandı. OHAL kararnameleriyle hızlandırılan şok terapi deprem sonrasında ortaya çıkacak ekonomik ve sosyal eşitsizlik risklerini ve vatandaşların barınma ve mülkiyet haklarının ihlal edilmesi gibi tehlikeleri arttıracaktır.
Rejimin savaş, devlet gözetiminde şiddet tırmandırma, kutuplaştırma ve maceracı ekonomi politikaları vasıtasıyla toplumu sürekli şok bombardımanına tabi tuttuğu bilinmektedir. Her şokun ardından rant-biat sisteminden yararlanan sermaye sahipleri arasında bir harmanlama görülse bile, rejim birçok yeni rant alanı açtığı gibi bu rantlar etrafında kenetlenmiş bir mali ve siyasi destek ağı oluşturmuştur. Bu rant alanlarının madencilikten savaş endüstrisine, inşaattan basına oradan da bankacılığa kadar birçok sektörü kapsadığı bilinen bir durumdur.
Depremle birlikte, rejimin felaket kapitalizmi modelini yeni bir aşamaya taşıma gayreti içinde olduğunu görüyoruz. Bunun bir nedeni deprem şokunun maddi ve manevi tahribatı altında varoluş sorunu yaşayan depremzedelerin ölüm yerine sıtmayı kabul edeceklerinin varsayılması. Diğer nedeni, yukarıdaki varsayımın tutması halinde inşaata dayalı rant piyasasının büyük, rejime sağlayacağı mali ve siyasi destek getirisinin yüksek olması. Bu iki nedenle, acil müdahale ve kurtarma görevlerini yerine getirmede yetersiz kalan rejim, derhal olağanüstü hal (OHAL) ilan etmiş ve OHAL koşullarında yeni rant alanları açmaya başlamıştır.
Bu doğrultuda ilk adım 126 sayılı kanun hükmünde kararnamedir. Bu kararname ile, afet bölgesinde geçici veya kesin iskan alanlarını belirleme yetkisi Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na verilmiştir. Ayrıca, mera ve orman alanlarının bakanlık kararıyla yerleşime açılabileceği ve inşaata başlanabileceği hükme bağlanmıştır. Vatandaşların taşınmaz mülkiyeti veya imar hakları kısmen veya tamamen başka bir alana aktarılabilecek; özel mülkiyete tabi taşınmazlar için bakanlıkça devir veya acele kamulaştırma kararı alınabilecek; vatandaşlar da kamulaştırma kararlarına değil, yalnızca bedeline itiraz edilebilecektir.
İkinci adım, bölgedeki depremzedelerin barınma, su, hijyen sorunları henüz çözülmeden Toplu Konut İdaresi (TOKİ) aracılığıyla başlatılan kalıcı deprem konutları ihaleleridir. Çiğdem Toker’in T24’teki yazılarında sistemli bir şekilde izlediği bu hummalı ihale trafiğinin felaket kapitalizmine katkısı dikkate şayandır: 21 Şubat – 30 Mart tarihleri arasında değeri 118 milyar TL'ye ulaşan 106 deprem ihalesi imzalanmıştır. Bu ihaleler, az sayıda yandaş müteahhitlik şirketi ile pazarlık yöntemiyle sonuçlandırılmaktadır. İnşa edilecek konutlar esas itibariyle birikimi olan depremzedelere piyasa fiyatından satılacaktır. Bu ihalelerle ilgili inşaat yerlerinin seçimi, fiyat oluşumu ve binaların mimari ve mühendislik özellikleri hakkında depremzedeler, profesyonel meslek odaları, kentsel planlama uzmanları, hukukçular dahil yerel paydaşlara hiçbir bilgi paylaşılmamıştır.
Üçüncü adım Cumhurbaşkanlığının yeni kararnamelerle ‘riskli bölgeleri’ ilan etmeye başlaması, bu riskli bölgelerin 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’a tabi kılınmasıdır. Bu kanuna göre, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı riskli bölgelerdeki taşınmazları satın almaya, taşınmaz mülkiyetini veya imar haklarını başka bir alana aktarmaya, inşaat yapmaya veya yaptırmaya, kendi payına düşen taşınmazları dönüşüm projeleri özel hesabına gelir elde etmek amacıyla kiralamaya ve satmaya yetkilidir.
Bu riskli bölgelerle ilgili ilk Cumhurbaşkanlığı kararnamesi tarihi Antakya merkeziyle ilgilidir. Hem yer altında hem de yer üstünde 2.300 yılık Antakya tarihini yansıtan kültürel varlıklarla dolu bu bölge, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın insafına bırakılıyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı yalnızca görüş bildirme hakkına sahip. Mülk sahibi vatandaşların bakanlık tasarrufuna karşı itirazı ve adalete erişimi önünde ciddi pratik ve hukuki engeller var. Daha önce Sulukule ve Diyarbakır’ın Sur ilçesinde kullanılan bu yasanın rantçı mantığı ve ortaya çıkardığı dönüşüm ucubeleri herkesin malumudur. Bahadır Özgür’ün BirGün gazetesinde referans verdiği Mimarlar Odası temsilcisine göre, Antakya’da ilan edilen riskli bölge sermaye ve rejim aktörleri için ‘özel bir hâkimiyet’ alanı anlamına gelmektedir.
Felaket kapitalizmi ve depremin sosyo-ekonomik etkileri
AKP’nin felaket kapitalizmi modeli yalnızca yaşam alanlarının talan edilmesi ve ticarileşmesine neden olmayacak. Aynı zamanda depremin ekonomik ve sosyal maliyetinin ağırlıkla daha az varlıklı kesimlerin üstüne yıkılmasına neden olacak. Bunu doğrulayan işaretleri yalnızca muhalif araştırmacıların değil, IMF iktisatçılarının afet sonrası çalışmalarında görebiliyoruz. Tüm çalışmalar depremin ve diğer doğal afetlerin ülke içindeki gelir eşitsizliğini arttırdığını bildiriyor. Bu olumsuz etki hem toplam gelirler hem de ücret gelirleri için geçerlidir. Gelir dağılımının bozulması da en alt gelir dilimlerinin gelir içindeki payının azalmasından kaynaklanmaktadır.
Peki bunun felaket kapitalizmiyle ilgisi nedir? Bu sorunun yanıtı afet kapitalizmiyle otokrasi arasındaki ilişkide saklı. Afetlerin gelir dağılımı üzerindeki olumsuz etkileri demokrasinin olmadığı ve kurumların kalitesizleştiği ülkelerde daha yüksektir. Bu tesadüf değildir çünkü bu tür ülkelerde hükümetin ekonomi, konut, sosyal destek, vb. politikaları daha çok ekonomik ve politik gücü olan kesimlerin tercihlerini yansıtır.
Türkiye özelinde, ek bir durum var. AKP rejimi yalnızca ekonomik ve siyasi destek karşılığı rant dağıtmadı. Aynı zamanda, ürettikleri silahlar, inşa ettikleri altyapı projeleri veya imal ettikleri yerli ve milli arabalar nedeniyle rant arayıcılarını ‘devletin’ bekasına olumlu katkı yapan aktörler olarak kutsadı. Bu nedenle, devletin örgütlü rant arayıcılarının talepleri karşısındaki geçirgenliği arttı; sıradan muhalif vatandaş karşısında ise devlet daha ceberrut hale geldi. Bu dengesizlik koşullarında, deprem sonrasındaki rant harmanının güçsüz vatandaşı daha çok güçsüzleştireceğini tahmin etmek zor değildir.
Aslında bu tahmini yapmak büyük bir marifet değil, çünkü Samandağ örneğinde görüldüğü gibi depremzedeler zaten bunun farkındadır. Bu yüzden “Samandağ rant şirketlerinin malı değildir” diyorlar.
Bununla beraber, bu yazının depremin yalnızca büyüme, enflasyon, borç vb. makro göstergeler üzerindeki etkisine bakan yaklaşımların sınırlılığını göstereceğini umuyorum. Ayrıca, felaket kapitalizminin ve bunun Türkiye’deki tezahürünün eleştirisinin deprem sonrasında adil ve katılımcı yeniden inşa tahayyüllerine katkı yapacağını umuyorum. Bundan sonraki yazıda, deprem sonrasında adil ve katılımcı yeniden inşa süreçlerinden çıkan deneylere ve bu deneylerin Türkiye’deki depremzedeler için önemine değineceğim.
________
Mehmet Uğur
Ekonomi ve Kurumlar Profesörü
Greenwich Üniversitesi