Cumhurbaşkanı Erdoğan 2017’deki başkanlık referandumu kampanyasında devleti bir şirket gibi yönetmeye talip olduğunu belirtmişti. Bu yönetim biçimi, siyasi İslam ve ırkçı-milliyetçi ideolojiye sahip bir koalisyonun pek hoşuna gitti. Böylesi bir arz ve talep dengesi hasıl olunca, Erdoğan ahde vefa gösterdi ve TC devletini rant devşiren ve temel özelliği hesap vermezlik olan bir maden/petrol şirketi gibi yönetti.

Devlet tekelinin mümkün kıldığı ekonomik ve politik rantlar, politik destek karşılığında, müteahhitler, vakıflar, silah üreticileri, medya patronları, yandaş kalemler, vesaireden oluşan örgütlü çıkar grupları arasında paylaşıldı. Türkiye ve bölge halklarının payına da eşitsizlik, yoksullaşma, ekolojik yıkım, savaş, yerinden edilme, baskı ve cezaevi karışımından oluşan bir fatura düştü.

Ancak, 2004 yılından beri inşası süren otoriteryen rejimin tıkanma işaretleri 2017 referandumundan hemen sonra hissediliyordu. Bu nedenle, siyasi-ekonomik iktidar blokunu yeni rant fırsatları vaadiyle bir arada tutmak için, yeni bir ekonomi politikası arayışı 2018’de başladı.

Merkez bankasına ve ekonomiyle ilgili bakanlıklara yönelik muhtelif operasyonlardan sonra, yeni ekonomi politikası nihayet 2021 Kasım ayında açık bir şekilde formüle edildi. Merkez Bankası başkanının ve Cumhurbaşkanının açıklamalarından anlaşıldığı kadariyle, yeni politikanın temel hedefi ihracatı teşvik edip cari açığı kapatmak, hatta cari açık fazlası vermek, böylece Türk Lirasının kur değerini stabilize etmek. Kur stabilizasyonu sağlanınca, ekonomik büyüme iki kanaldan gerçekleşecek: bir yandan ucuzlayan TL nedeniyle artan ihracat ve turizm gelirleri, diğer yandan fiyatı artan ithal ara-malları ve teknoloji ürünlerinin yerli üretimi.

Neo-markentalizm: Kötü başlangıç

‘Yerli’ ve ‘milli’ ekonomi politikası olarak sunulan bu politika özünde neo-merkantilist bir politikadır. Gümrük vergileri ve genel miktar kısıtlamalarının demode olduğu bir çağda, neo-merkantilist politika için temel araç ulusal paranın kur değerinin düşürülmesidir. Neo-merkanlistlere göre, ulusal para değer kaybettikçe ülkenin ihracat ürünlerinin rekabet gücü artacak, daha pahalı olan ithalat da azalacaktır. Bu temelde oluşan cari hesap iyileşmesi dış kaynak ihtiyacını azaltacak ve yüksek büyüme mümkün olabilecektir. Yüksek büyümenin diğer motoru, likidite bolluğu ve/veya düşük faizle kamçılanacak yerli tüketim ve yatırım talebidir.

Ne var ki, bu ‘yeni’ ekonomi politikası çerçevesi şekil alır almaz TL’nin kur değerinde ciddi bir erozyon meydana geldi. TL’nin Dolar karşısındaki değeri Kasım ayı boyunca %30; Eylül-Kasım arasındaki üç ay boyunca da %50 düştü. Reuters tahminlerine göre, yıllık enflasyon oranı Kasım ayında %20; 2022 ilk yarısında da %27-30 civarında bekleniyor. İhracat potansiyeli olan şirketlerin hisse senetleri değer kazanmakla birlikte, bu hisselere yönelik yabancı talebi düşük kaldı. Bunun bir nedeni, Dolar üzerinden işlem gören hisse senetleri getirisinin Türkiye’de %5.4 civarında kalması ve bunun diğer ‘yükselen piyasalar’da görülen %13’lük getirinin yarısından az olmasıdır. Diğer nedeni, başta para politikası olmak üzere, AKP rejiminin ekonomi politika çerçevesinin inandırıcılığını kaybetmesidir.

Yandaş olmayan iktisatçılar bu sorunlu politika çerçevesini başından beri sorguladı. Hem iktisatçılar hem muhalefet sözcüleri, ‘düşük faiz’ saplantısının neden olduğu hayat pahalılığına, artan eşitsizliklere ve beklenen büyüme hedeflerinin pek tutmayacağına dair doğru saptamalar yaptı. Rejimin bu eleştirilere yanıtı şaşırtmadı. Eleştiri yapanlar ‘dış mihrakların’ ya sözcüsü ya da ortağı ilan edildi. Ekonomi politikası 25 Kasım 2021 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında bir ‘güvenlik’ sorunu olarak askerileştirildi. Öyle görünüyor ki, ekonomi otoriteryen rejim için yeni bir savaş cephesi haline gelmiş durumda.

Neo-markentalizm: Tehlikelerin büyüğü yolda

Otoriteryen rejimin ekonomi politikasına karşı dile getirilen eleştirilerin çoğuna katılmakla birlikte, bu eleştirilerin neo-merkantilist tehlikenin boyutlarını tam olarak kavradığından emin değilim. Kendi okumama göre, rejimin asıl amacı tartışmayı faiz politikasıyla sınırlı tutmak, böylece hem esas oyun planını gizlemek hem de faiz ve millilik söylemi üzerinden kutuplaşmayı tırmandırıp çekirdek destek kitlesinin sadakatini konsolide etmektir.

Bence neo-merkantilist politika daha kapsamlı bir değişime işaret etmektedir. Değişimin bir gereği, tepeden örgütlenmiş rant dağıtımına dayalı birikim modelinin Covid-19 pandemisiyle birlikte tıkanmaya başlamış olması. Diğer bir gereği, 2007-2010 kriz döneminde gündeme gelen ve ortodoks olmayan para politikalarıyla ilgili. Bilindiği gibi, düşük faiz ve yoğun varlık alımları vasıtasıyla sürdürülen parasal genişleme politikaları, finans kapitalin Türkiye gibi ‘yükselen piyasalara’ yönelmesine neden olmuştu. Bugün bu politikaların arkasındaki konsensüs dağılmış durumda. Dolayısıyla, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki merkez bankalarının enflasyon hedefine yönelmeleri için ciddi baskılar söz konusu. Bu durumda, Türkiye gibi ülkelerin uluslararası sermaye yoluyla dış kaynak elde etmesi hem daha zor hem daha maliyetli hale gelmeye başlamış durumda. Öyle ki, Avrupa Yatırım Bankası uluslararası sermaye hareketlerindeki savrulmalarının makroekonomik ve mali stabiliteyi tehdit edebileceğini, Türkiye gibi ülkelerde bu tehdidin daha ciddi olduğunu söylemeye başladı bile.

Üçüncü gerek, bugüne kadarki rant rejiminin verimlilik ve beşeri sermaye üzerindeki yıkıcı etkileridir. Bugün Türkiye’de toplam faktör verimliliği 1990’ların bile gerisindedir ve hala düşme eğilimindedir. OECD verilerine göre, Türkiye lise ve lise sonrası mesleki eğitim alanında 44 ülke içinde 41’nci sırada; 25-64 yaşları arasındaki üniversite eğitimi düzeyinde ise 46 ülke içinde 39’ncu sıradadır.

Peki öngörebileceğimiz değişimler nelerdir? Birincisi, ‘kolay yoldan köşe dönme’ otoriteryen rejim açısından daha çok öncelik kazanacak gibi görünüyor. Bunun anlamı, ülke içinde ve dışında daha maceracı ve agresif politikalar denenecektir. Bu tür politikalar çalışmazsa bu tür politikalarla birlikte, ikinci öncelik rant dağıtım sistemini daha seçici, biatı daha sıkı hale getirmektir.

Neo-merkantilizm her iki seçenek için uygun bir zemin sağlar. Militarizm, emperyalizm ve kolonyalizm eski merkantilizmin özünde vardı. Bir alt-emperyal güç olarak, AKP rejimi bu kategorilerin hepsine dahil edilebilecek uygulamalarda deney sahibi oldu. Bunu kısmen batılı müttefiklerin, kısmen de Rusya ve Çin gibi otoriteryen rejimlerin desteğiyle gerçekleştirdi.

Bugün şekillenen neo-merkantilist politika artık bu tür uygulamaların daha sistematik bir hale gelmesi anlamına gelecektir. Sistematik çabanın bir yönü, özellikle silah endüstrisindeki ‘ulusal şampiyonlar’ ve altyapı müteahhitleri için yeni pazarlar açmak. Bunun için kimi zaman savaşa girmek gerekirken, kimi zaman da askeri müdahalelerle elde edilen avantajları silah üreticileri ve müteahhitler lehine takas etmek gerekecektir. Üçüncü yön, karanlık teknoloji şirketlerinin Türkiye’de yatırım yapmalarını teşvik etmek için şeffaf olmayan ve ‘şirkete özel’ kontratlar önermektir.

Bu agresif uygulamaların meşruiyeti için ‘ulusal çıkar’ her zaman joker olarak kullanılabilecek bir bahanedir. Bunun farkında olan rant arayıcıları kendi özel çıkarlarını daha kolay bir şekilde ‘ulusal çıkar’ olarak sunma ve buna uygun ‘ödül’ isteme imkanına sahip olacaktır. Kısacası, neo-merkantilizm geniş halk kesimleri için daha çok yoksulluk, marjinalleşme ve risk getirirken, ekonomik ve politik güç sahiplerinin arasındaki ortaklığı pekiştirme işlevi görür.

Buna karşı, girişimcilerin rejime daha çok biat göstermeleri beklenecektir. Kısacası, daha çok ekonomik aktörün önüne ‘ya bizdensin ya da düşmanımızsın’ seçimi çok daha dolaysız bir şekilde dayatılacaktır. Dolayısıyla, şimdiye kadar sistem içinde ekonomik güçleri veya beşeri sermayeleri nedeniyle kısmi bir otonom varlık alanına sahip olanların sayısı giderek azalacaktır. Bu tür sonuçlar neo-mektantilizmin kuruluşundan sonra da görülmeye devam edecektir. Nedeni basit: yapısı itibariyle, neo-merkantilizm dengeye ve stabiliteye doğru evrilmez; sürekli dengesizlik yaratır ve gerektirir. Dengesizlik hali, rejimin sık sık ‘biat tazeleme’ talepleri yapmasına neden olur.

Neo-merkantilizm: Sınırları ve alternatif politika normları

Yukarıda çizilen tablo neo-merkantilizmin kapasitesi ve sürdürülebilirliği konusunda abartılı görülebilir. Bunu ben de kabul ediyorum. Neo-merkantilizmi sürdürülebilir olmaktan çıkaran ana neden, yukarıda sözü edilen dengesizlik halidir. Bu dengesizlik hali belirsizliği arttırır ve tekil sermaye sahiplerinin tercihlerinden bağımsız olarak, piyasada yapılabilecek ‘ekonomik işlem’ hacmini daraltır. Yani büyümeyi değil, var olan pastanın paylaşımındaki kavgayı arttırır. İkinci neden, neo-merkantilizmin elitler arası ittifakı daha belirgin hale getirmesi ve dışlanmışların muhalefetini arttırmasıdır. Üçüncü neden, neo-merkantilist politikalarla ororiteryenizmin atbaşı gitmesi ve dünyada bu tür bir kokteyle karşı toplumsal muhalefetin varlığı ve gücü.

Bu nedenlerle, Türkiye’deki neo-merkantilist politikaya karşı etkili; daha sonrasında da neo-merkantilizmin tahribatlarını onarıcı alternatif politika çok önemlidir. Burada böylesi bir politika çerçevesi önermek abesle iştigal olur. Onun yerine, birkaç kurumsal normdan söz edeceğim.

Birinci kurumsal norm bütçe sürecinin halkın denetimine açılması. Bu hem bütçe hazırlama ve onama sürecinin şeffaf olmasını, hem de bütçe hazırlama ve uygulama süreçlerini denetleyen ve devletten bağımsız olan kurumların oluşturulmasını gerektirir. Bu kurumların sendikalar, meslek odaları, kadın hareketi, yerel ve bölgesel temsilciler, vs. tarafından denetlenmesi önemli bir gerekliliktir.

İkinci kurumsal norm, halihazırda şeffaf olmayan kontratlarla ihdas edilmiş bulunan ve arabulucu mahkemeleri ülke dışında olan tüm kamu hizmeti ve altyapı işletmelerinin piyasa değeri üzerinden millileştirilmesidir. Millileştirilen kamu hizmeti ve altyapı işletmelerini regüle edecek yeni bir yasal çerçevenin ve denetim mekanizmalarının kurulmasıdır.

Üçüncü norm, ekonomik faaliyetin ekolojik etkilerini inceleme ve raporlama sürecinin toplumun tüm paydaşlarının katkılarına açık olması; verilen kararların ihtisaslaşmış mahkemeler önünde denetime açık olması.

Dördüncü norm, teknolojik değişimin eşitsizlik yaratan etkilerine karşı hem işçi haklarının genişletilmesi hem de sendika dahil emek örgütlerinin üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması.

Beşinci norm, eğitimin öğrencilerin seçim yapma imkanlarını genişletme hedefine endekslenmesi, her düzeydeki eğitim kurumları üzerinde var olan devlet, vakıf ve dinsel ideoloji etkisine son verilmesi.

Bu liste daha da genişletilebilir. Burada amaç, neo-merkantilist tahribatları onaracak yeni bir toplumsal konsensüsün gerekli olduğunu vurgulamak; otoriteryen rejimin ekonomi politikalarını eleştirirken bu türden bir konsensüse ihtiyaç olduğuna dair hem sinyal vermek hem de bu sinyalleri bir lazer ışığı huzmesi gibi ortaklaştırma gereğini belirtmektir.

________________________

Mehmet Uğur

Ekonomi ve Kurumlar Profesörü

Greenwich Üniversitesi

Greenwich Ekonomi Politik Araştırmaları Merkezi