Afganistan’ın 25 yıl aradan sonra tekrar Taliban kontrolüne geçmesiyle birlikte, aslında güncelliğini hiç kaybetmeyen, o bilindik soru tekrar dünya ve Türkiye gündemini meşgul etmeye başladı: Şeriat ya da diğer adıyla İslam hukuku, çağımızın ihtiyaçlarına yanıt verebilir mi?
Bilindiği gibi Suudi Arabistan, İran, Brunei Darüsselam, Endonezya, Sudan, Pakistan, Nijerya, Katar ve kervana yeni katılan Afganistan’la birlikte dokuz ülkede şeriat kısmen veya tamamen uygulanıyor. Yarın öbür gün bir başka halkı Müslüman ülkede uygulanmayacağının garantisi de yok ayrıca. Peki, saydığımız bu ülkelerin bazılarında katı bir şekilde uygulanan İslam hukuku ya da halk arasında bilinen adıyla “şeriat”, çağımızın ihtiyaçlarını karşılayabilir mi?
Şeriat, insanlığın şu anda elde etmiş olduğu siyasi, sosyal, hukuki, ekonomik ve kültürel kazanımların çok çok gerisindedir. Şeriat hukukunu incelediğimizde karşımıza tipik bir ortaçağ feodal düzeni çıkmaktadır. Bunu söylerken elbette şeriatın on dört asır önceki Arap toplumuna indiği gerçeğini yadsımıyoruz. İndiği asırda bir “devrim”, en azından bir tarihsel ve toplumsal bir “ilerleme”, “umut” olması doğal.
14 asır öncesinde uygulanmış olan şeriat muhafazakâr ve dogmatik yapısı dolayısıyla; insan hakları, demokrasi, kadın-erkek eşitliği, düşünce özgürlüğü, sendikal haklar, eşcinsellik ya da bilinen adıyla LGBTİ hakları ve çevre gibi konularda doğal olarak çağın gerisinde kalmıştır.
Yönetim biçimi, ilk başlarda halifelik olmakla birlikte, ilerleyen zamanlarda padişahlığa/saltanata evrilmiştir. Padişah ya da halife, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisidir/gölgesidir.
Toplumsal kurallar, çağdaş hukuk normlarına göre değil, dogmatik (doğruluğu tartışılamayan) şeriat hükümlerine göre düzenlenir.
Şeriatın hüküm sürdüğü bir ülkede, Müslümanlar dışında kalan topluluk anlamına gelen Gayrimüslimler, cizye (varlık) vergisi vermek zorundadır.
Şimdi bu genel çerçeveden çıkıp şeriat hukukunun biraz daha ayrıntılarına girelim.
Padişahlık bilindiği gibi babadan oğula geçen bir yönetim biçimi olup ülkenin tamamı padişah hanedanının mülküdür. Padişahlar, babalarının çiftliği olan ülkede diledikleri gibi yaşarlar ve hiçbir kişi ya da kuruma hesap vermezler, ağızlarından çıkan söz kanun sayılır.
Halk, Hindistan’daki kast sistemini andıran sosyal sınıflara ayrılmış olmamakla birlikte, genel olarak padişahın kulu sayılır.
Biat etme, ilk örneğine Hazreti Muhammed öldükten sonra gelen dört halife döneminde rastladığımız şekliyle, halifelikte bir tür seçim/oy verme yöntemi olarak kullanılmakta iken padişahlıkla birlikte, şeklen varlığını sürdürse de, büyük oranda değişikliğe uğramıştır. Ancak burada da yine demokratik bir seçim sürecinden ve objektif kriterlerden söz etmek mümkün değildir.
Şimdi bir de; şeriatın yönetim biçimi olarak örnek aldığı, Ortaçağ’da 9. yüzyılda Fransa’dan çıkıp tüm Avrupa’ya yayılan derebeylik (feodalite) rejimine kısaca bir göz atalım.
Derebeylikte toprağın mülkiyeti, içindekilerle birlikte, senyörler denen derebeylerine aitti. Toprağa bağımlı köleler olan köylüler, üzerinde yaşadıkları topraklarla birlikte toprak ağaları tarafından alınıp satılıyordu.
Halk; soylular (senyörler), rahipler, burjuvalar ve köylüler diye sosyal sınıflara ayrılmıştı.
Daha çok skolastik düşüncenin hâkim olduğu feodal düzende din adamları yönetimde söz sahibiydi. Kilisenin; dinden çıkarma (aforoz), bir bölgeyi dinsel faaliyetlerden men etme (enterdi) ve para karşılığı günah çıkarma ya da cennetten yer satma (endülüjans) gibi yetkileri vardı.
Papa, Ortaçağ’da egemenliklerini dine dayandıran kralların krallıklarını taç giydirerek onaylıyordu.
Özetle feodal düzende din adamları, iktidarı karşılıklı çıkar ilişkisi çerçevesinde kral ya da derebeyiyle paylaşıyordu.
Sonraki dönemlerde sıklıkla yansımalarını göreceğimiz İslam’ın ilk yıllarındaki halifelik seçimleri genelde sıkıntılı geçmiştir.
Bilindiği üzere Hakem Olayı’yla iktidara gelen Muaviye yerine oğlu Yezid’i veliaht ve halife ilan edince, İslam dünyasından itirazlar gelmekte gecikmedi. Muaviye’nin halifeliği babadan oğula geçen bir “saltanat”a dönüştürmesine itiraz edenler arsında Hazreti Muhammed’in torunu Hüseyin de vardı. Yezid’in halifeliğini haklı olarak tanımayan Hüseyin, derhal seçim yapılmasını talep ederek Küfe’ye doğru yola çıktı.10 Muharrem 680 yılında Kerbela’da önleri kesilen Hüseyin ve beraberindekiler, Emevi halifesi Yezid’in komutanlarından Ubeydullah tarafından acımasızca kılıçtan geçirildi.
Bu olaydan sonra Müslümanlar; Aleviler ve Sünniler olmak üzere iki gruba ayrıldı.
İslam coğrafyasındaki saltanat kavgaları bu olayla sınırlı kalmamıştır elbette; Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve hatta Osmanlılar döneminde de yaşanmaya devam etmiştir.
Şeriat, çok ilkel kurumlar olan köleliği ve cariyeliği onaylamakla kalmamış bu konuda düzenlemeler de getirmiştir.
“Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın.” (Nur Suresi, Ayet: 33)
“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye ve hizmetçilerinize) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (Nisa Suresi, Ayet: 36)
Şeriat; kadın-erkek eşitsizliğini savunur. Erkeklerin kadınlardan üstün olduğuna inanmamızı, miras paylaşımında; erkeğe bir, kadına yarım pay vermemizi emir buyurur.
“Miras taksiminde erkek çocuklara kız çocukların iki misli pay verin.” [Nisa (Kadın) Suresi, Ayet: 11]
Üstelik şeriatta kadınlar, yönetici olamadıkları gibi, cami imamı hatta peygamber hiç olamazlar.
“Allahın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar.” (Nisa Suresi, Ayet: 34)
Mahkemelerde bir erkeğin şahitliği, iki kadının şahitliğine denktir.
“… Erkeklerden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile iki kadın olsun.” [Bakara (İnek) Suresi, Ayet: 282]
Bir erkek dört kadınla evlenebilir, ama bir kadın iki erkekle bile evlenemez. Erkeklerin grup seks fantezilerine sıcak bakan Tanrı, ne hikmetse söz konusu kadınlar olunca aynı anlayışı göstermez, hatta bu tavrını ahrette de sürdürür (?)
“Beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da cariyelerinizle yetinin.” (Nisa Suresi, Ayet: 3)
Şeriat, çağdaş hukuka kapılarını tamamen kapatmıştır. Müslümanların katı şeriat kurallarına uymak dışında başka da alternatifleri yoktur.
“Allahın indirdiği (şeriat hükümleri) ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide Suresi, Ayet: 44)
Şeriat hükümlerine göre Müslümanlara farz olan İslam’ı tebliğ etme görevi (ilayı kelimetullah) ne yazık ki, din savaşları ve terörün kaynağı durumundadır.
“İslamofobiye Müslümanların negatif katkısı yok mu?” diyenlere yanıtı aşağıdaki ayet fazlasıyla veriyor.
“Fitne kalkıp din yalnız Allah’ın dini (İslam) oluncaya kadar kâfirlerle savaşın.” (Enfal Suresi, Ayet: 39)
İslami tebliğin nasıl terörün ve din savaşlarının ideolojik arka planı olduğunu aşağıdaki algoritma ile daha net görelim:
· İslam devleti, elçileri aracılığıyla Müslüman olmayan toplulukları İslam dinine davet eder.
· Cevap “evet” ise daha dün kâfir olan yabancı devlet, İslam devletinin yeni bir eyaleti olarak varlığını sürdürür, tıpkı masallardaki gibi…
· “Hayır”sa -ki çoğu kere böyle olur- bu ecnebi devletten cizye denen ve Gayrimüslimlerin Allah’ın halifesi olan Müslümanlara ödemesi gereken vergiyi ödemesi istenir.
· Haraç ya da varlık (kelle) vergisi anlamına gelen bu vergiyi verirlerse ne ala…
· Vermezlerse, işte o zaman pandoranın kutusu açılır! Hemen sefer hazırlıklarına başlanılır. Hazırlıklar tamamlanınca, haraç vermeyi reddeden küffarla, Kuran’ın tabiriyle “zelil ve hakir” oluncaya kadar savaşılır.
İnternette kafa kesme görüntüleri ve vahşi infazlarla gündeme gelen El Kaide, IŞİD ya da Taliban gibi yapıları suçlamadan önce yukarıdaki algoritmanın bilinmesi şarttır.
Ülkesini bu gözü dönmüş barbarlara karşı savunmanın erdemi ve onuru dışında hiçbir kazancı olmayan işgale uğramış ülkenin yiğit insanları, savaş sona erdiğinde hayatlarının en büyük utancını yaşamakla yüz yüze kalırlar. Artık kendileri köle; karıları ve kızları Müslümanların alınır-satılır cariyeleri; malları ise paylaşılmaya hazır birer ganimettir.
Bu gerçekler bilinmeden, şeriatla idare edilen Osmanlı İmparatorluğu’nun (1299-1922) neden komşularıyla sürekli savaş halinde olduğunu anlamak olanaksızdır. Altı asır boyunca üç kıtayı cehenneme çeviren Osmanlı’nın geride bıraktığı toz bulutu ardında kalan en önemli gerçek, sanırım bu olsa gerek…
Şeriat, hayatın her alanını kuşatan ender toplum modellerinden biridir. Ekonomik konuları da unutmamış bu alanda da kendince düzenlemeler yapmıştır.
Bu düzenlemeleri incelediğimizde şeriatın sosyal adaleti sağlamaktan çok uzak oluğunu görürüz. Sosyal adalet, sadaka ve zekâtla sağlanmaya çalışılmışsa da bu, toplumda dilencilik ve miskinlik türünden çürümelere yol açmıştır.
Şeriat, özel mülkiyeti savunduğundan, modern ekonomik modellerden kapitalizme daha yakın durmaktadır.
Bunu, ilk bakışta görmek biraz zor; şeriatın en önemli referans kaynağı olan Kuran’ın satır aralarını çok dikkatli okuyunca görebiliyorsunuz.
“İnsanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları kamulaştırmayın.” (Bakara Suresi, Ayet: 188)
Şeriat, sosyal sınıflardan burjuva yanında yer alır. Bunu, İslam hukukunun bir başka önemli referans kaynağı olan Hz. Muhammed’in aşağıda alıntıladığımız sözlerinden (hadislerden) açıkça görmek mümkün.
“Veren el, alan elden üstündür.” (Hz. Muhammed)
“Miraçta cennet ve cehennem bana gösterildi. Gördüm ki, cehennem ahalisinin çoğunluğu kadınlar ve fakirlerdi. (Hz. Muhammed)
“Fakirlik fitnesinin şerrinden Allah’a sığınırım.” (Hz. Muhammed)
“Kuvvetli mümin, zayıf müminden daha hayırlıdır.” (Hz. Muhammed)
Şeriatta çevre duyarlılığına örnek olarak gösterebileceğimiz bir kayda rastlayamıyoruz. Aksine kimi hayvanlara ayrımcılık yapan düzenlemeler söz konusu.
“Allah size ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı.” (Bakara Suresi, Ayet: 173)
Şeriatta düşünce özgürlüğü yoktur. Karşıt ya da eleştirel düşünce yeri geldiğinde en ağır şekilde cezalandırma nedenidir.
“Mürtedin (dinden çıkanın) katli vaciptir.” (İslam Hukuku)
“Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahrette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.” (Bakara Suresi, Ayet: 217)
“İnandıktan sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir.” (Al-i İmran Suresi, Ayet: 90)
Şeriata göre bir Müslüman asla “ben laikim” diyemez. Çünkü çağdaş yaşamın kalesi olan laiklikteki “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” ilkesi şeriat itikadına aykırıdır. Bu ilkeyi benimsediğini söyleyen Müslüman anında aforoz edilir ve layık olduğu yere gönderilir.
“Allahın indirdiği (şeriat hükümleri) ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide Suresi, Ayet: 44)
Şeriat, toplumsal kuralların kendisi dışında, “modern yaşamın ihtiyaçları” ya da “ortak akıl” gibi kriterler baz alınarak düzenlenmesine asla izin vermez, gerektiğinde bunu “dinden çıkma” gerekçesi sayar ve en ağır şekilde cezalandırma yoluna gider.
Oysa bu durumu ilke olarak kabul etmek, bir dizi toplumsal çelişkiyi ve aksaklığı da beraberinde getirecektir.
Toplumda A dinine göre yapılan bir düzenleme, B dinine mensup olanları asla bağlamaz. Örneğin; şeriat hükümlerine göre recm cezasıyla cezalandırılan zina suçu, günümüzün Türk Medeni Kanunu’na göre suç olmayıp sadece bir boşanma nedenidir. Bu durumda istenen sonuç alınamayacağı gibi B dinine mensup insanlara da zulüm edilmiş olur.
Şeriatın egemen olduğu İslam ikliminde sanatçı yetişmez: Resim yasak (Muhammed’in karikatürü bu yasağa dâhil); heykel yasak (put); müzik yasak (erkekler tarafından, çalgı aletleri kullanmadan söylenen marşlar, ilahiler ve annelerin söylediği ninniler hariç), felsefe yasak (itikada aykırı)…
Şu tespiti yapmakta hiçbir beis yok: Bir ayağı Ortaçağ’da olan bir insan asla çağdaş değerleri özümseyemez ve demokrasi dışındaki hiçbir sistem tüm sınıfsal katmanlardan insanları bir arada tutmaya muktedir değildir.
Rönesans akımının önünü açtığı ve 1789 Fransız İhtilal’i ile doruk noktasına ulaşan, Avrupalının büyük bedeller ödeyerek elde ettiği laiklik, bize Cumhuriyetle birlikte Atatürk tarafından altın tepside sunulmuştur.
Din ve vicdan hürriyeti yanında farklı bir mezhep ya da dinden birinin sizi, istemediğiniz herhangi bir inanca veya eyleme zorlayamamasının da teminatıdır laiklik aynı zamanda.
Şeriata inananlar içinse demokrasi, laiklik gibi kavramlar sadece ama sadece hedefe giden yolda bir “araç”tır, onu ideal bir toplum düzeninin vazgeçilmez araçları olarak görmezler. Bu bağlamda şeriatçıların mevcut toplumsal düzene sadık kalmaları da beklenemez.
“Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin.” (Nisa Suresi, Ayet: 144)
Dahası şeriata göre şeriata inanmayanlar bir pisliktir. Fazla söze gerek yok…
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe Suresi, Ayet: 28)
Sonuç itibariyle; demokratik sistem, bu sistemin en önemli bileşenlerinden bir siyasi parti, bu siyasi partinin demokratik süreçlerden geçerek iktidara gelmesi gibi olgular şeriata inananalar için bağlayıcı değildir.
Elbette şeriata inananların, laik bir otoriteye boyun eğmeyecek olmaları, takiyye yapmayacakları anlamına gelmiyor.
Evet, takıyye! Demokrasinin nimetlerinden yararlanmayı sürdürürken demokrasiyi yıkıp yerine şeriat esaslarına dayalı bir İslam devleti kurma niyetini gizlemek. Ya da demokratik düzende başörtüsü yasağını “antidemokratik” bir uygulama olarak tanımlarken şeriat devletinde “içki yasağını” savunmak.
Başta da dedik ya şeriatın karışmadığı alan yok gibidir, her konuda bir fikri vardır, eşcinsellik konusunda bile… Dilerseniz şimdi birinci ağızdan eşcinselliğin bir “cinsel tercih” mi, yoksa “sapıklık” mı olduğunu öğrenelim.
“Hani Lut da kavmine şöyle demişti: “Sizden önceki milletlerden hiçbirinin yapmadığı fuhuşu (homoseksüelliği) mu yapıyorsunuz? Gerçekten siz kadınları bırakıp erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz” demişti. Kavminin cevabı: “Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları; çünkü bunlar fazla temizlenmiş insanlarmış.” demekten başka bir şey olmadı. Biz de onu ve karısından başka aile efradını kurtardık; çünkü karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi. Ve üzerlerine taş yağmuru yağdırdık. Bak ki, günahkârların sonu nasıl oldu.” (Araf Suresi, Ayet: 80-84)
Buraya kadar konunun değişik boyutlarını mercek altına aldık. Şeriata inananların kültür backgroundunu ve bu kültürün hangi sosyolojik zemin üzerinde yükseldiğini anlamaya çalıştık.
Görüldüğü gibi; 10. yüzyılın ilk yarısında Müslüman olan biz Türklere ve aynı coğrafyayı paylaştığımız güzide Ortadoğu halklarına şeriatın barbarlık ve cehalet dışında katabileceği bir değer yoktur.