1990’lar o güne kadar işlenen gazeteci-yazar cinayetleri, Kanlı 1 Mayıs günleri, öğrenci katliamları, başbakan suikastlarıyla adı duyulmaya başlanan “kontrgerilla” yapılanmasının kilit isimlerinin devlet tarafından korunduğunu göstermişti. Susurluk yakınlarındaki bir kaza 70’li yıllarda kontrgerillaya dava açmaya hazırlanan Savcı Doğan Öz’ün nasıl öldürüldüğüne, cinayet davalarının karşısına nasıl kalın bir “duvar” örüldüğüne, asker ve emniyetteki yüksek rütbelilerin neden suskun kaldıklarına dair yanıt gibiydi.

Erbakan ile Çiller ortaklığında kurulan REFAH-YOL hükûmeti döneminde ortaya çıkan en belirgin olaylardan biri 1996’daki Susurluk skandalı oldu.

Susurluk yakınlarında kaza yapan Mercedes’te kırmızı bültenle aranan ülkücü militan Abdullah Çatlı ile Bucak aşireti mensubu DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak yan yanaydı. Sahte kimlikle seyahat eden Çatlı ve aracı kullanan eski emniyet müdür yardımcısı Hüseyin Kocadağ kazada ölürken Bucak yaralı kurtulmuştu.

“Kazayla” ortaya dökülenler ise Cumhuriyet tarihinin trajik cinayetlerine, o güne dek yaşananlara yönelik önemli ip uçları veriyordu.

Biraz geriden alalım hikâyeyi…

Soğuk Savaş döneminde NATO’nun “komünist örgütlere karşı” kurduğu Gladyo yapılanmasının 1950’lilerde Türkiye’de Seferberlik Tetkik Kuruluna finansman sağladığı ortaya çıkmıştı. Kurulun adı ilk olarak Rum vatandaşlara yönelik 1955’teki 6-7 Eylül pogromuyla gündeme gelecekti. 1970’lerde Özel Harp Dairesi adıyla faaliyet gösterecek kurumun başkanı yüksek rütbeli asker Sabri Yirmibeşoğlu, 6-7 Eylül olaylarını önce “Özel Harp işi muhteşem örgütlenme” diye itiraf edecek, aradan uzun yıllar geçtikten sonra da topu Millî İstihbarat Teşkilatı’na (MİT) atacaktı. Yirmibeşoğlu’nun NATO İstihbarat Daire Başkanlığı görevinde bulunduğunu da not düşelim.

70’li yıllarda Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı olan Bülent Ecevit’e seçim gezilerindeki saldırılar artmış, İzmir mitingi öncesi “Çiğli suikastı” olarak tarihe geçen olay yaşanmıştı. 1977 yılında genel seçimler öncesi dönemin başbakanı Süleyman Demirel, Çiğli suikastından sonra Taksim’de miting yapmaya hazırlanan Ecevit’e “miting alanına ateş açılacağına yönelik istihbarat olduğunu” söyleyerek onu “dikkatli olması için” uyaracaktı.

1974 yılı dönüm noktasıydı… Başbakan Ecevit, tesadüfen dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar’dan Özel Harp Dairesi gibi bir biriminin varlığını öğrenecekti. O güne dek NATO tarafından finanse edilen dairenin varlığı Sancar’ın “dairenin giderlerini karşılamak üzere başbakanlık örtülü ödeneğinden ‘birkaç milyon’ istemesi” ile ortaya çıkacaktı.

Nasıl bir yapıydı Özel Harp? Amerikan Askerî Yardım Heyeti ile aynı binada faaliyet gösteriyordu. O yıl (1974) verilen brifingde Başbakan Ecevit, dairede “adları gizli tutulan bazı ‘vatansever gönüllülerin’ de sivil uzantı olarak çalışmak üzere ömür boyu görevlendirildiğini, bunların kullanmaları için de gizli silah depoları oluşturulduğunu” öğrenmişti.

Bu kez 1978’de Özel Harp Dairesi’nin Başkanı Yirmişbeşoğlu’nun yine dönemin Başbakanı Ecevit’e verdiği yanıt “gizli örgütün” üyelerine dair önemli bir veri içeriyordu. Kars’ta yapılan görüşmede Yirmibeşoğlu, dönemin Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) il başkanının örgütün “sivildeki uzantısı” olduğunu şüpheye yer bırakmadan “çok güvenilir vatanseverdir” sözleriyle doğrulayacaktı. Kontrgerilla adıyla anılan örgüt paramiliter gücünü ülkücülerin 1970’lerde -faaliyetini eski üyelerinin açıklamalarından da bildiğimiz- komanda eğitim kamplarından karşıladığı o günlerde anlaşılacaktı.

Kontrgerillanın adı 12 Mart muhtırasının verildiği (1971) yıllarda İlhami Soysal, İlhan Selçuk gibi gazetecilere Ziverbey Köşkü’nde yapılan işkencelerle, 1977’de Taksim’deki “İşçi Bayramı” kutlamalarında “Kanlı 1 Mayıs” olayı ile daha sık duyulmaya başlanmıştı. 1 Mayıs kutlamalarında meydana açılan ateş, polis panzerlerinin yolları tıkaması sonucu en az 34 yurttaş hayatını kaybetmişti. 16 Mart 1978 tarihinde Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi öğrencilerine yapılan bombalı saldırıda ise yedi öğrenci can vermişti. Kanlı 1 Mayıs olayı “karanlıkta kalırken” 16 Mart katliamının faillerinin ülkü ocaklı olduğu ortaya çıkacaktı.

1978 yılında Maraş’ta resmî verilere göre 150 insanın hayatını kaybettiği olaylar yine “Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın ve Müslüman Türkiye” sloganlarıyla başlayacaktı. Yüzlerce Alevi yurttaşın şehirden göçüne neden olan olaylar sonrası cinayet davasının avukatları da öldürülecekti.

İnsanların canı pahasına provokasyonlarla fitili ateşlemek yetiyordu. 2. Milliyetçi Cephe Hükûmetinde MHP’den bakan olan Gün Sazak’ın öldürülmesi, TRT’de “camiye bomba atıldı” haberlerinin tekrarı, 19 Mayıs kutlamalarındaki “kızların etek boyu” konu edilerek “cihat çağrıları” Çorum’da Alevi-Sünni vatandaşlar arasındaki gerilimi tırmandırmak üzere radikal İslamcı ve ülkücülerin silahlarla sahneye çıkması için “yaratılmış” sebep gibiydi; 12 Eylül’den birkaç ay önce İzmir’de İnciraltı Öğrenci Yurdu’nda askerler tarafından otomatik silahlarla ateş açılarak beş öğrencinin öldürülmesi olayı ertesi günün gazetelerinde “Komünistler askere ateş açtı” yalan haberleriyle verilip aynı gazetelerle “Şanlı ordumuza silahlı saldırı” kışkırtmaları da...

Konuyu ilk kez gündemine alan Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz’ün, kontrgerilla örgütlenmesine karşı dava açmaya hazırlandığı sırada kontrgerilla militanı bir ülkücü tarafından öldürülmesi (1978), hem öncesinde yaşananların gerisindeki kanlı elleri gösterecek hem de ardından yaşanacak gelişmelerin habercisi gibi olacaktı!

1978’de akademisyen/yazar Bedrettin Cömert, eşiyle seyahat ederken aracının önü kesilip çapraz ateşe tutularak öldürülmüştü. Cinayete ilişkin davada mahkeme cinayetin azmettiricisi “Reis” diye anılan ülkücü militanı Abdullah Çatlı hakkında yakalama kararı çıkarmıştı. Aynı yıl Türkiye İşçi Partili (TİP) yedi gencin katledildiği Bahçelievler katliamının tetikçi ve tertipçileri ülkücü militanlar Haluk Kırcı ve yine Çatlı’ydı.

Şiddetlin tırmandığı o yıllarda iktidar ile muhalefet arasında uzlaşı sağlanarak çözüm bulunması için çabalayan gazeteci Abdi İpekçi’nin katilleri de ülkü ocaklıydı. Olayın kilit ismi Çatlı yurt dışında sahte pasaportla yakalanıp salıverilmişti.

Yazar Ümit Kaftancıoğlu cinayetinin tetikçisi ise Kaftancıoğlu’nu “solcu olduğu için öldürdüğünü” söylemiş, müebbetle yargılandığı davada daha sonra salıverilmişti. 1980 yılında sendikacı ve TİP’in kurucularından Kemal Türkler de evinin önünde silahlı saldırı sonucu öldürülmüştü. Cinayet yedi TİP’li gencin katledildiği olayda adı geçen ülkücü militanı Ünal Osmanoğlu tarafından işlenmişti. Ömür boyu hapis cezası ile yargılanan katil, 2012’de çıkarılan bir “yargı paketi” ile salıverilecekti.

1993’te katledilen gazeteci Uğur Mumcu tüm bu cinayetlerde öne çıkan Abdullah Çatlı, Oral Çelik, M. Ali Ağaca, Yalçın Özbey gibi isimler biraz kazındığında altından “istihbarat örgütü” çıktığını kayda geçirmişti. Ülkü ocaklarına cinayet silahlarını veren “devlet içinde devlet olan” kişileri, jandarma yüzbaşılarını fikri takip yazılarında ısrarla anlatıp durmuştu.

Başta NATO tarafından finanse edilen, daha sonra başbakan örtülü ödeneğinden giderleri karşılanmaya çalışılan Özel Harp Dairesi’nin sivildeki uzantısı “güvenilir vatansever gençler” diye sırtı sıvazlanan, silah dağıtılan MHP il başkanları ve ülkücü militanlarıyla oluşturulan kontrgerillaydı!

1980 askerî darbesinden önce onlarca insanın canına kıyan kontrgerillanın kilit ismi ise Abdullah Çatlı’ydı. Hakkında yakalama kararı olan Çatlı, Türkiye’de “ülküdaşlarının” cenaze törenlerine ve düğünlerine katılıyordu. Cömert cinayetinin faillerinin yurt dışında açtığı kulüpler MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 2020’de “vatana hizmetleri olduğunu” söyleyerek af çıkarttıracağı Alaattin Çakıcı gibi mafya liderlerinin buluşma merkeziydi.

96’DAKİ “KAZA” VE HİÇBİR ZAMAN ÇEKİLMEYEN TUĞLA

 

1990’larda işler tam bir yılan hikâyesine dönmüştü… Bir yandan yine aydınların; Turan Dursun, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Musa Anter, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Onat Kutlar, Ahmet Taner Kışlalı gibi gazeteci ve yazarların canına kıyılacak, bir yandan Sivas (Madımak) katliamı yaşanacak, bir yandan Güneydoğu illerinde Kürt yurttaşlar “faili meçhul” cinayetlerde öldürülecekler, bir yandan da Gazi mahallesinde araçlardan Alevi yurttaşların kahvehanelerine açılan ateşle başlayan olaylarda siviller polis şiddetiyle can vereceklerdi.

Özel Harp Dairesi’ne ne olmuştu? 90’larda “yapısı değiştirilerek” Özel Kuvvetler Komutanlığına dönüştürüldü. Güneydoğu’da sınır içi ve sınır dışı operasyonlar yapan birimin başında yarbay rütbeli Korkut Eken vardı. Eken, emekli olunca polis özel harekatta görev aldı. İstihbarat ve emniyette görevli olduğu bu yıllarda bölgedeki bazı aşiretler köy koruculuğu adı altında silahlandırıldı.

1997’de İçişleri Bakanı Meral Akşener’in bir önergeye verdiği yanıtta 1985’ten itibaren köy koruculuğunun sicili şöyleydi: Güneydoğu’da altı ildeki 14 aşiretin toplam korucu sayısı 13 bin 579. Devlet Bucak aşiretine kayıtlı olan 434 korucu için 1.2 milyar lira ödedi. 1985’ten 1997’ye kadar çeşitli suçlar nedeniyle toplam 23 bin 817 köy korucusunun görevine son verildi. Koruculardan bin 992’si yardım ve yataklık, 217’si adam öldürmek, 142’si dolandırıcılık, 17’si kadın ve kız kaçırmak, 13’ü ırza geçmek, 65’i uyuşturucu madde, 58’i silah ve mühimmat kaçakçılığı, 25’i büyük ve küçük baş hayvan çalmak, 40’ı mesken masuniyetini ihlal etmek, 17’si köy ve aşiretler arası çatışmaya girmek suçlarını işledi. (Milliyet, 14.01.1997)

1993’te emniyet genel müdürlüğüne atanır atanmaz emniyette “Özel Harekât Dairesini” kuran Mehmet Ağar, dairenin başına Genelkurmay’a bağlı Özel Harp Dairesi’nde kurs görmüş olan polis müdürü İbrahim Şahin’i getirdi. Birim askerle birlikte Güneydoğu’da operasyonlar düzenliyordu. Ağar, Bahçelievler’de yedi öğrencinin katillerinden Kırcı’nın nikâh şahidi olacak kadar “ülkücü” camiaya yakındı. Eski MİT Kontrterör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür faili meçhul cinayetlere ilişkin tanık olarak 2015’te dinlendiği davada birçok cinayette adı geçen kontrgerillanın kilit ismi ve öldüğü güne kadar “kırmızı bültenle aranan” ülkücü militanı Abdullah Çatlı’dan “Ağar’ın tosunlarından” diye bahsedecekti. Anlıyoruz ki 1970’lerde onlarca insanın canına kıyan kontrgerilla 90’larda da işbaşındaydı.

Bu yıllarda faaliyette olan bir yapı daha vardı. 1980’li yılların ortasında Jandarma Genel Komutanlığı bünyesinde -uzun yıllar sonra faili meçhul davalara ilişkin mahkemeye- “Genelkurmay ve İçişleri Bakanlığının bilgisi olmadan kurulduğu” (Genelkurmay ve İçişleri tarafından) bildirilen “Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele” örgütü idi… Albay Arif Doğan ve binbaşı Cem Ersever’in kurucusu olduğu iddia edilen örgüt kamuoyunda JİTEM diye bilinecekti. JİTEM “yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım gibi bazı itirafçılara tetikçilik yaptıracak; silah verilen “köy korucularını” bünyesinde barındıracaktı.

JİTEM’in “kurucularından” Binbaşı Ersever, şüpheli bir şekilde düşen uçakta hayatını kaybeden Orgeneral Eşref Bitlis’in ölümünden sonra ordudan istifa etmişti. 1993’te öldürülmeden hemen önce bir gazeteye “Güneydoğu’daki gerçek durum, köy korucuları, itirafçılar, faili meçhul cinayetler hakkında ve bazı siyasilerin örgütsel konumları hakkında açıklamalarda bulunacağını” bildirmişti.

Susurluk skandalı tüm bunların neresindeydi? İsimlere ve onların birbirleriyle olan ilişkilerine bakılırsa tam merkezindeydi.

Güneydoğu’da -dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in ifadesiyle- PKK ile “düşük konseptte tutulan savaş” döneminde kritik görevlerde olan TSK ve Emniyet koordineli bu yüksek rütbeliler “görevlerini” ifa ederken silahlandırılan aşiretlerle ve örgüt itirafçılarıyla işbirliği hâlindeydi. Misal Bucak aşireti mensubu Sedat Bucak’ın Doğru Yol Partisi’nden (DYP) vekil yapılması hangi “pazarlığın” konusu olabilmişti?

Susurluk kazasına ilişkin hazırlanan MİT raporunda “terörle mücadele” adı altında uyuşturucu kaçakçılığı yapan ve kara para aklayan bir gruptan bahsedilecekti. “Özel ekibin” başında ise emniyet müdürü ve daha sonra adalet ve içişleri bakanı olan Mehmet Ağar’ın bulunduğu ve paraların Özel Harpçi Korkut Eken tarafından pay edildiği kayıt edilecekti. Bu o güne kadar “terörle mücadele ettikleri gerekçesiyle” kimi çevrelerde “kahramanca” karşılananların nasıl bir bataklığın içinde olduklarını ve sonuçta devletteki “çeteleşmeyi” göstermesi açısından önemli bir saptamaydı.

Nitekim Susurluk kazasında adı geçen kişilerin ilişkisi devlet-siyaset-mafya üçgeni diye geçti tarihe.

O güne kadar her yerde “aranan” kontrgerillanın kilit ismi Abdullah Çatlı’dan dönemin emniyet müdürü, içişleri ve adalet bakanı Ağar’ın, Özel Harpçi Eken’in, DYP’nin aşiret mensubu vekili Bucak’ın haberi olduğu açığa çıkmıştı. Emniyetteki Özel Harekât Dairesi başkanı Şahin’in Çatlı ile bir düğünde karşılıklı oynarken çekilmiş fotoğrafları da gazete sayfalarında yer alacaktı.

Çatlı’nın içinde olduğu Mercedes’i kullanan eski emniyet müdür yardımcısı, polis okulu müdürü Hüseyin Kocadağ ise Sabancı suikastıyla (1996) ilişkiliydi. İddiaya göre cinayetin faillerinden ve diğer militanların silahlarla kolayca içeri girebilmesini sağlayan Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (DHKP-C) militanını Sabancı Center’da işe Kocadağ aldırmıştı. İş insanı Özdemir Sabancı’yla birlikte iki kişinin daha hayatını kaybettiği cinayetin diğer faillerinden Mustafa Uyar tam suikastla ilgili basına konuşacak iken nakledildiği cezaevinde öldürülecekti. Uyar’ı öldüren çete lideri hapishanenin idare biriminin penceresinden “bunu kendisine devletin yaptırdığını”, kardeşi ise “devlet için mermi sıktıklarını” söyledikleri görüntülerde Tuğgeneral Veli Küçük’ün ismini vereceklerdi.

Devlet nasıl bir bataklığın içindeydi? “Mücadele ettiği” örgütlerin neresindeydi? Yasadışı örgütlerle nasıl bir ilişkisi vardı?

Faili meçhul cinayetler neden artmıştı bu dönemde? Bu “şahinler kadrosu” kaç sivilin canına kıymıştı?

“1000 operasyon” kimlere düzenlenmişti? “Ölüm infaz listeleri” ile kaç kişinin hayatına son verilmişti? (Listede adı olan ve öldürülen kişilerden biri de bugün Halkların Demokratik Partisi’nin eş başkanı Pervin Buldan’ın eşi Savaş Buldan’dı. Gazeteci Mehmet Ali Birand’ın ölüm emri ise son anda durdurulmuştu.)

TSK, MİT ve Emniyet’ten; yüksek rütbelilerden neden hiç ses çıkmıyordu olanlar hakkında?

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kurulan Susurluk Araştırma Komisyonuna MİT Müsteşarları, Jandarma Genel Komutanları, Genelkurmay Başkanları neden bilgi vermemişlerdi?

Batağın içindeki rütbeliler, eli kanlı kontrgerillacı katiller kimler tarafından korunup kollanmıştı?

Susurluk olayına ilişkin yerel mahkemelerde görülen davalarda “çete kurmak ve yönetmek” ile mahkûm olan polis özel harekatçılarını cumhurbaşkanlarına “affettiren” güç neydi? Olayların merkezindeki yarbayları “efsane” yapanlar kimlerdi? Beş yıl hapse mahkûm edilen emniyet müdürleri nasıl her seferinde yakayı kurtarmıştı?

Yoksa faili meçhul cinayetler dönemin “kayıp silahları” gibi “devlet sırrı” mıydı?

Susurluk’la kirli ilişkiler açığa çıktığında devletin cinayetleri aydınlatması, suçlulardan hesap sorması beklenirken DYP’li Başbakan Tansu Çiller, 70’li yıllardan itibaren “faili meçhul” cinayetlerin kilit ismi Çatlı için “Devlet uğruna kurşun atan da kurşun yiyen de bizim için her zaman saygıyla anılır, şereflidir” diyecek; Bucak’ı ise “kahraman” ilân edecekti.

Yıllarca cinayetlerin izini süren gazeteci Uğur Mumcu, tam da o yıllarda katledilmişti. Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu, cinayet davasında “bazı sanıklar gözaltında olmadıkları hâlde gözaltındaymış gibi gösterildiği” gerekçesiyle Mehmet Ağar ile görüşmüştü. Mumcu öldürüldüğünde Erzurum valisi olan Ağar, Sivas (Madımak) katliamından sonra emniyet genel müdürlüğüne (1993) atanmıştı. Görüşmede Ağar ile Güldal Mumcu arasında geçen diyalog sonraki yıllarda hep hatırlanacaktı.

Mumcu cinayetinin avukatı Emin Değer, Can Dündar’ın belgeselinde o diyaloğu şöyle açıklamıştı:

  • (Güldal Mumcu G.M): Bu olayların ortaya çıkmasını engelleyen bir duvar oluşuyor…
  • (Mehmet Ağar M.A): Evet, soruşturmayı engelleyen bir duvar var…
  • (G.M): Bir tuğla çekin o zaman, gerçekler ortaya çıksın…
  • (M.A): Bir tuğla çekersem, duvar yıkılır…
  • (G.M): O zaman çekin ya da kenara çekilin…
  • (M.A): Onu da yapamam…
  • (G.M) O zaman çekerler, altında kalırsınız…

O tuğla hiçbir zaman çekilmeyecekti…

* * *

Bugün Sabahattin Ali’nin ölüm yıldönümü.

Türkiye edebiyatının en sevilen yazarlarından Sabahattin Ali, 2 Nisan 1948’de Bulgaristan sınırını geçmek isterken öldürüldü. Cinayeti aydınlatıl(a)madı! Öldürülmeden önce başyazarlığını yaptığı Markopaşa, Merhumpaşa gibi gazeteler çok partili yaşama geçme sancıları yaşayan, bir yandan yabancı sermayeye kapı açılan yıllarda çok ses getirdi. 1940’ların “Cadı Kazanı” yıllarında ırkçı çevrelerin hedefinde olan Sabahattin Ali hakkında birçok dava açıldı, polis takibine alındı, sürgün edildi, hapsedildi ve susturamayacaklarını anladıklarında ise canına kıydılar. Ondan bir cümleyle bahsetsek herhâlde şöyle derdik: Başını öne eğmedi.

Katledilişinin 73. yılında usta yazarı saygıyla anıyoruz.

______________________________________--

1990’dan 2000’e yazı dizisi

1. Bölüm: Ne Oldu?

2. Bölüm: Kimler Çaldı Geleceğimizi?

3. Bölüm: Seçimler ve Dönüm Noktaları