Beden eğitimi öğretmeni 23 yaşındaki Fedai Altun, Kamu Personeli Seçme Sınavı’ndan (KPSS) 80 puan almış fakat atanmadığı için boya işçiliğine başlamıştı. Bir gün trafo tadilatında boya yaparken elektrik akımına kapıldı. Van’dan geçim derdi için geldiği Malatya’da hayatı ellerinin arasından kayıp gitti.

Gazeteler her gün çetelesini tutacağı yerde iş cinayetlerinin adını bile anmıyor artık. Ölüm hep işçinin “kaderinde aranırken” işçinin hayatı, sevdiği, acısı da 2 bin 170 sayısında saklı: İş Güvenliği ve İşçi Sağlığı Meclisi’nin verilerine göre 2021’de İstanbul’da 260, İzmir’de 102, Kocaeli’de 99 olmak üzere en az iki bin yüz yetmiş insan çalışırken hayatını kaybetti. Kaderinde değil ama patronun kârında, iş insanı ile devlet yöneticisinin rantında, işçinin örgütsüz sendikasız bırakılmasında diyemiyorduk.

İnsanlar neden üç kuruşa ölümüne çalıştırılıyordu? Devlet sermaye sınıfına kamu ihaleleri, vergi muafiyetleri, varlık barışı vs. ile her gün kıyak geçerken işçi sınıfının grevleri sudan sebeplerle neden yasaklanıyordu? İşçiler yaptığı basın açıklamalarında, protesto gösterilerinde kolluk gücü tarafından neden dövülüyordu? Bağımsız Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Tahir Çetin’i hatırlayan var mı? Somalı maden işçilerinin hakkını aramak üzere gittikleri Ankara’dan dönerken işçi Ali Faik İnter’le geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetmişti. Çetin’in son sözleri “Çevik kuvvet, asker, jandarma hepsi karşımızda. Neden? Bu nasıl bir adaletsizlik? Yeter artık!” diye kayda geçmişti.

Öğretmen Fedai Altun, atansa branşında belki çok iyi bir öğretmen olacak, pırıl pırıl öğrenciler yetiştirecekti: Yoksulluğun ne demek olduğunu bilirdi ya, hem emeğiyle onuruyla yaşayabilmek için hem de şu sefil düzen sürmesin diye… Beden eğitimi ve spor yüksekokulundan mezun Altun’un işyeri neden okul değil de bir trafo inşaatı olmuştu peki? Sorulduğunda “en resmî” ağız “Nankör bunlar. Yan gelip yatarak para kazanmak istiyorlar” diye çemkiriyordu.

Vatandaşı nankörlükle suçlayan şahsın “yönettiği” ülkede 8 milyon 54 bin kişi (DİSK’in verilerine göre) işsiz. Şahıs İŞKUR şubelerinde karın tokluğuna çalışmak için iş arayandan, iş ilanlarındaki kontenjanın misliyle üstünde yapılan başvurulardan habersiz (olabilir mi?). Yeditepe Üniversitesi’nin 2020’de yayımladığı Gençlik Araştırması’na göre gençlerin yüzde 76’sı daha iyi bir gelecek için yurtdışında yaşamak istiyor. Her iki gençten biri mutlu olmadığını ifade ederken, gençlerin yüzde 77’si torpilin yetenekten daha etkili olduğuna inanıyor.

Binlerce öğretmen açığı var şu ülkede, binlerce atanmayı bekleyen öğretmen. Öğretmen yetersizliği doğal olarak eğitimin işleyişi bakımından, atanmayan öğretmen istihdam edilemediğinden konu nereden baksanız büyük bir sorun. Kadrolu öğretmenlik statüsünde yetersiz kontenjan tek mesele değil. Öğretmenler yazılı sınavda (KPSS) yüksek puan alıp kontenjan listesinde adı bulunmasına rağmen mülakatta eleniyorlar. Onca aşamayı ailesinden maddî destekle veya arkadaşlarından burs alarak olağanüstü bir çabayla geçmeye çalışan insanların bir günde geleceği karartılıyor.

Millî Eğitim Bakanlığı’nda (MEB) torpil iddiaları yıllardır tartışılmasına karşın hiçbir çözüm bulunmuyor. Görevdeki MEB Bakanı kayırma iddialarını “Kekeme iseniz nasıl öğretmenlik yapacaksınız?” diyerek görmezden geliyor. (İnsan böyle bir lâf etmeye kekeme semptomu olan insanları incitirim diye azıcık utanır -ama bakanın kameralar karşısında okul müdürünü azarlayışını hatırlayınca onu bile diyemiyorsunuz). Torpil düzeni MEB’te nasıl işliyor? Eski MEB Bakanı Ziya Selçuk’un istifasında konuşulanlardan biri de “cemaatlerin kurumdaki etkinliği” idi. Bakanlıktaki mülakatları cemaat temsilcileri mi yapıyor öyleyse? Hangi cemaate kaç kontenjan düşüyor? Onu da açıklasınlar bilelim en azından.

Kadrolu istihdamda bunlar yaşanırken devlet bir de “ücretli öğretmenlik” diye bir “iş modeli” ile mezun öğretmenleri ders saati ücreti üzerinden çalıştırıyor. Kamu kaynaklarının, devlet bütçesinin nasıl çarçur edildiği konusuna hiç girmeyelim ama devlet kadrolu çalıştırmadığı öğretmeni asgarî ücretin bile altında ücrete çalıştırmanın yolunu bulmuş nasılsa. Eşitsizliği yaratan, emek sömürüsüne yol açan herhâlde aldığı ücretle karnını bile doyuramayan, yıllardır atanmayı bekleyip de mülakatta elenen öğretmen değil!

İstatistik bir sorunu niceliksel yönden açıklayabilmek için önemli ama dünya asla o sayılara sığmayacak kadar karmaşık, çetrefil... Elazığ’da tıp fakültesi öğrencisi 20 yaşındaki Enes Kara, ailesi tarafından yerleştirildiği Nur Cemaati’ne ait öğrenci evinde baskı gördüğünü anlatarak hayatına son verdi. Tamam, intihardan bahsetmeyelim ama o gencecik insanı canından vazgeçmeye sürükleyen koşulları sorgulamayalım mı?

Enes Kara’nın intihara sürüklenmesinde tek neden bir cemaat evinde yaşaması değil, aile ile çocuk arasındaki iletişimsizlik, gencin istemediği bölüme yönlendirilmesi, “alışır” denilerek istemediği bir yerde barınmak zorunda bırakılması ve ağır basan gelecek kaygısı... Ama hayatın oradaki yaşamdan ibaret olduğunu belleten, başka hiçbir sosyal aktiviteye izin vermeyen cemaatin öğrenci evinde gördüğü baskı başat etken!

Gencin barınma konusunda ekonomik nedenlerle kendi tercihini yapamadığı açık. Kimi öğrenci cemaat evine uyum sağlamak zorunda kalıyor belki ama kim bilir kaç öğrenci de o şartlarda yaşamaktan rahatsız. Üniversite döneminde benzer sorunları yaşayan onlarca insan tanımıştım. Ancak devletin bunca yıldır öğrencilerin özgür bir şekilde yaşayabileceği barınma alanları açmayıp gençleri cemaatlere/tarikatlara mecbur hâle getirmesi salt “kaynakların yetersizliği?” ile ilgili değil.

Bugün ortada sadece sosyal devlet ilkesinin reddi ile açığa çıkan bir barınma sorunu yok ve bununla birlikte kimi partilerin seçim zamanlarında oy deposu olarak gördüğü cemaatlere iktidar olduğunda devlette kadro açmak dâhil yurt meselesinde de tanıdığı imtiyazlar var. Hayır hasenat diye toz kondurulmayan cemaatler neyin karşılığında ailelere “yardım” ediyor; çocuklara, gençlere yurt ya da ev sağlıyor? Devlet bu cemaatleri neden destekliyor? Sadece bu sorulardan yola çıksak yazı sayfalarca uzar ama asıl önemlisi devletin bu yapılarla kurduğu ilişki.

Meselâ Gülen Cemaati ile AKP dostluğunun başlangıç ve bitiş hikâyesi bu soruların yanıtlarıyla dolu. Herkesin bildiğini tekrar etmeye gerek yok ama cemaatler/tarikatlar ile siyasal İslâmcı iktidar ve partilerin günümüzde ortaklaştığı noktayı belirtmek zorunlu: Bu iki yapının “kader birliği” sadece din olgusu olamaz ve fakat bununla birlikte siyasî ve ekonomik çıkarların sağlanmasında veya korunmasında; hak ve özgürlüklerin bulunmadığı, dinî yorumlara/ritüellere dayalı bir eğitim ve toplum tasavvurundan gelir. O toplum düzeninde özgür akıldan, hür iradeden, vicdan özgürlüğünden, ifade hürriyetinden söz etmek kuşkusuz ki eşyanın tabiatına aykırı. Enes Kara’nın bir cemaat evinde yaşadıkları tesadüf değil. Kadınların yaşam sigortası olarak bilinen İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılmasında da cemaatlerin payını unutmayalım.

Cemaat yurtlarında çocuklara cinsel saldırı olaylarına ilişkin dosyaların kapatılması, Aladağ’da yoksul ailelerin çocuklarına mezar olan Süleymancılar Cemaati’ne ait yurttaki denetimsizlik, yurtta çıkan yangın olayına ilişkin açılan davanın cezasızlıkla sonuçlanması; cemaat yapılarıyla organik bağı bulunan siyasî iktidarın hâlâ cemaatlerle hemhâl olduğunu gösteriyor. Ayrıca valisinin, milletvekilinin, kaymakamının cemaat liderleriyle arayı açmadığı aşikâr.

Sosyal devlet anlayışıyla öğrencilerin cemaatlerin boyunduruğuna girmeden insanca yaşayacağı barınma alanları inşa edilemediği ve neredeyse her biri bir holding hâline gelen cemaatlerin kurucusu olduğu vakıfların, derneklerin yurt ve öğrenci evi faaliyetleri sonlandırılmadığı sürece Enes gibi gençlerin yaşadığı sorunlar ortadan kaldırılmayacak.

Siyasal İslamcı iktidar “kininin dininin davacısı nesiller” diyerek eğitim sistemini yıllardır buna göre şekillendirmeye çalıştı ama “kültürel iktidarı” kuramadığı gibi bu hedefinde de ne yapsa istediği ilerlemeyi sağlayamadı; imam-hatip okullarına giden çocukların deist olduklarını açıklaması, 12 Eylül darbecilerinin yaptığı gibi toplumu, bireyi istediği kalıba sokmaya çalışan iktidarı öfkelendirdi en çok. Ancak 4’lü eğitim düzenlemesinden “zorunlu seçmeli” din derslerine, son yıllarda kamusal alanda görünür kılınan Diyanet’in eğitim alanında görevlendirilmesinden kaçak Kur’an kurslarına, medrese eğitimlerine kadar çağdışı uygulama ve faaliyetlerle eğitim sistemi tümden çökertildi. Şimdi bir de 4-6 yaş grubu çocuklara din eğitimi verilecek. Din eğitimini -eğer vermek istiyorsa- zaten aileler kendileri verebilir çocuklarına ama devletin bunu görev edinmesi daha en başta insan haklarına, bilime, hayatın doğal akışına aykırı.

Bugün özellikle de metropollerde yaşayan gençlerin derdi, birbirinin inancı ya da inançsızlığı değil. Gençlerin ortak meselesi eğitim düzeyine, meslekî birikimine, yeteneğine uygun bir işte insan onuruna yaraşır bir ücretle hakları gasp edilmeden çalışıp maddî özgürlüğünü kazanmak; geleceğe umutla güvenle bakabilmek…

* * *

Not:

Birkaç gündür tartışılıyor! İntihar kelimesini anmak bile evet, riskli olabilir ama bazı intihar olayları bir ruhsal bunalım olduğu ve ruh biliminin dolayısıyla psikiyatrların/psikologların uzmanlık alanına girdiği kadar toplumsal, ekonomik, siyasî koşulların, tam da işte şu cemaatlerle, töreyle gelenekle benimsetilen/benimsetilmeye çalışılan kültürel kodların tartışılmasını da gerekli kılan toplumsal bir olgu. Bu yanıyla intihar haberleri elbette etik ihlallere yol açılmadan verilmeli ama gencecik bir insanın cemaat evinde baskı altında olduğunu kaydederek hayatına son vermesini konu alan haberlere erişim engeli getirerek toplumsal sorunun arka planı gündemden düşürülmeye çalışılıyor. Konuyla ilgili medya ombudsmanı Faruk Bildirici’nin gazetecilere rehber, okurlara ise fikir sunması açısından “Batman neden artık kadın intiharları ile anılmıyor, düşündünüz mü?” başlıklı yazısını öneririm.