Üzerinde farklı renkleriyle şıkır şıkır bir takım elbise iş aramaktan döndüğü her akşamüzeri Kireçburnu Sahili’nden uzaktaki o gemiye el sallıyordu İsmail Abi. Hikâye bu ya, o küçükken annesi “renkli bir hayat yaşayabilmek için” bırakıp gidince babası ona bakabilmek için işini bırakmış, ama sonrasında yol-yemek-sigorta olsa yetecek bir iş bulamayan adamcağız bir daha dikiş tutturamamış, üstüne üstelik bir de hastalanmıştı. Tam o sırada -muhtemelen- sosyal hizmet kurumunun memurları almaya gelince küçük İsmail gitmek istememiş, babası iş bulduğunu, gemide olacağını ve bir sabah gelip kendisini alacağını söyleyerek onu inandırmıştı. Oysa adamcağız bir daha kalkamamıştı hasta yatağından. O günden beri İsmail Abi ne zaman o sahilde gözü uzaklara dalsa ne zaman uzakta bir gemi görse çocukluğundan beri, belki 40 yıldır buruk bir sevinçle beklediği gemi zannederdi. Uzakta bir gemi görse hemen umutlanırdı koca adam. O yüzden bir kolu hep havadaydı.

asbest

Yine bir akşamüzeri… Mecnun Kireçburnu Sahili’nde biraz uzaktan seslendi:

“İsmail Abi!”

“Hooop!”

“Beklemekten vazgeçme sakın. O gemi bir gün gelecek.”

İzleyenleriniz -veya romanı okuyanlarınız- çoktan hatırlamış olmalı: Bu replik/hikâye Burak Aksak’ın senaryosunu yazdığı, TRT’de yayımlandığı dönemde ilgiyle takip edilen “Leyla ile Mecnun” dizisinden. İsmail Abi karakterine ise muhteşem oyunculuğuyla Serkan Keskin hayat veriyordu. Gemi hikâyelerde, romanlarda, filmlerde, resimlerde, fotoğraflarda, dizilerde, dizelerde, belleklerde, şarkılarda beklemenin hayali, ümidi, yankısı, sesi ve soluğuyla yer aldı hep. İnsan işte, bir hayale inanırdı (ya da kapılır mıydı?), severdi, sevinirdi… Yahut sahilde oturduğu bankta mavisinden içeri dalıp giderken karşısında duran resmin, uzaktaki gemide olmayı hayal ederdi. “Ah o gemide ben de olsaydım” diye bir şarkı bile bestelemişti. Belki çok uzaktaydı o gemi. Ama bir gün gelecekti.  

Bugünlerde Brezilya’dan Aliağa’ya bir gemi gelecek. Ancak filmlerde, romanlarda, hayallerde, rüyalarda geçen gemilerden değil bu. Zaten şeklinden de belli. Asla beklenen bir gemi olamaz. Orduların kullandığı Nuh senelik bir uçak gemisi. İçinden beklenen bir insan inmeyecek. Kimse ona bir limandan binip gitmeyecek. Bir daha hiç açılmamak üzere denizden karaya indirilecek. Ömrünü tamamlayan gemi bir gemi söküm tesisinde parçalanacak. Dahası gemi birinci grup kanser nedeni olan asbest (amyant) ve kanserojen içeren diğer zararlı maddeleri barındırıyor.  

Fransa’da 1957 yılında yapımına başlanan, 1963’ten itibaren Charles de Gaulle adıyla Fransa Donanması’nda kullanılan gemi 2000’de Brezilya’ya satıldı. NAe São Paulo adıyla Brezilya Donanması’na katılan gemi 2018 yılında hizmetdışı bırakıldı. Ardından Brezilya’nın Sao Paulo kentinde geminin müzeye dönüştürülmesi için bir dernek kurularak çalışma başlatıldı. Farklı ülkelerde faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları da geminin Güney Asya hurdalıklarında parçalanmasının doğada ve insan sağlığında daha büyük bir risk oluşturacağı gerekçesiyle uyarılarda bulundu. Ancak çabalar sonuç vermedi ve 2021’de hurda gemi Aliağa’da faaliyet gösteren Sök Denizcilik adlı şirkete ihaleyle 1 milyon 818 bin dolara satıldı.

Geçen yıl nisan ayında gemi bu şirket tarafından sökülmek üzere devralındığında geminin en az 600-900 ton asbest barındırdığı ve Türkiye’ye getirilmesinin büyük bir risk oluşturacağı gündeme geldi. Fransa, Belçika, Brezilya ve Türkiye’deki çevre kuruluşlarından, Basel Eylem Ağı’ndan Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına gemiyle ilgili bir uyarı mektubu gönderildi. Mektupta geminin yaklaşık 900 ton asbest ve asbest içeren malzeme, yüzlerce ton poliklorlu bifenil içeren madde bulunduğu, geminin çok miktarda toksik ağır metal içerdiği belirtildi.

Şirketin gemiyi Aliağa’daki gemi söküm tesisine getirmek üzere Çevre ve Şehircilik Bakanlığına başvurması endişeleri artırırken, gemiyle ilgili bakanlıktan resmî bir açıklama yapılmamıştı. Aradan bir yıl geçtikten sonra gemiyle ilgili bahiste Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, Hürriyet’e yaptığı açıklamada “Gemide söylendiği gibi 900 ton değil, dokuz ton asbest var” dedi. Geminin Türkiye’ye getirilmesine onay verildiği anlaşıldı.

NAe São Paulo gemisiyle ilgili kamuoyu sadece devlet ağızıyla da değil, anaakım diye bilinen TV kanallarının ve iktidar merkezli gazetelerin içerikleriyle fena halde yanıltılıyor -olabilir mi? Fransa’da NAe São Paulo gemisiyle aynı yıllarda benzer teknolojiyle inşa edilmiş olan “Clemenceau” adlı uçak gemisinin hikâyesi malûm: 1961’de Fransa Donanması’nda hizmete giren 265 metre uzunluğundaki Clemenceau, 1997’de hizmetdışı bırakıldıktan sonra geminin 2000’lerin başında İspanya-Türkiye ortaklığında Aliağa’da sökülmesi kararlaştırılmıştı. 760 ton asbest barındırdığı için uluslararası kamuoyunda tartışmalara konu olan gemi 2003’te yapılan devir işlemiyle Türkiye’ye doğru yola çıkarılmış, geminin ülkede sökülmesi sivil toplum kuruluşlarının da mücadelesiyle son anda engellenmişti.

Fransa Savunma Bakanlığının, Türkiye ile İspanya’dan şirketlerin ortaklık kurarak aldığı gemi söküm ihalesini iptal gerekçesi Türkiye’deki iş ve çalışma koşullarının “uluslararası standartlara uymadığı” ve “çevre açısından gerekli tedbirlerin alınmadığı” olmuştu. O dönemde Türkiye Dışişleri Bakanlığı da asbest içeren tehlikeli atıkların Türkiye’ye ithalinin “Basel Sözleşmesi” çerçevesinde yasaklandığını açıklamıştı. Uçak gemisi Clemenceau 2006’da bu kez Hindistan’a doğru yola çıkarıldı. Hindistan’ın Gucarat Limanı’nda sökülecekti. Binlerce kilometre yol aldıktan sonra mahkeme kararıyla geminin Hindistan karasularına girişi de engellendi. Geminin 2009’da İngiltere’deki tersanelerde parçalanarak imha edildiği biliniyor.

Soru gayet açık aslında: NAe São Paulo birçok insanın da dikkat çektiği üzere Clemenceau ile aynı yıllarda aynı teknolojiyle inşa edilmiş, birbirinin ikizi gemiler. Birinde 760 ton olan asbest miktarı diğeri için nasıl dokuz ton olarak açıklanabiliyor?  

Çıplak gözle görülemeyen, küçük toz zerreciklerinden oluşan ve solunum esnasında lif olarak vücuda giren asbest, Dünya Sağlık Örgütü’nün bünyesindeki Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı tarafından ‘kesin kanserojen’ madde olarak tanımlı. Bu toza maruz kalan insanlar akciğer zarı kanseri, akciğer kanseri, gırtlak ve yumurtalık kanseri, tozun akciğerlerde birikmesi ile akciğer dokusunda hasar gibi bir dizi hastalığa açık hâle geliyor. Sağlık uzmanlarının anlattığına göre hastalıklar hemen değil ama uzun yıllar sonra ortaya çıkıyor. Asbest maruziyetinde ise eski yıllarda “güvenli seviyeler” tayin edilirken, günümüzde tıp çevrelerinde güvenli bir seviyenin olamayacağı anlayışıyla belirli “maruziyet sınır değerleri”nin dahi risk oluşturduğu ağırlık kazanıyor.

Borularda, inşaat yalıtım malzemelerinde, contalarda, fren balatalarında, savunma-savaş sanayiinde kullanılan asbestin üretimi ve kullanımı Avrupa Birliği ülkelerinde 2005’te tamamen yasaklandı. Avrupa’da yasaklanırken örneğin 2009’da Rusya, Kanada, Brezilya, Kazakistan ve Çin’de iki milyon tonun üzerinde asbest çıkarıldı. Rusya’dan, Çin’den Türkiye’ye gelen ürünlerde asbestli malzemeler hâlâ tespit edilebilmiş değil! Aslında asbestin 2010’da Türkiye’de Çevre Bakanlığı tarafından hem üretimi hem kullanımı hem de ithalatı yasaklandı.

Şimdi ise yüzlerce ton asbest içerdiği tescilli bir geminin eşi ülkeye getirildi getirilecek. 2003’te Dışişleri Bakanlığı benzer bir geminin Basel Anlaşması çerçevesinde ülkeye girişini yasaklarken, üstelik 12 yıl önce resmen yasaklanan bir maddenin bulunduğu NAe São Paulo gemisinin bugün nasıl oluyor da Türkiye karasularına girmesine onay-izin verilebiliyor? Üstelik bu işleri engellemesi gereken bakanlık tarafından? “900 değil, dokuz ton” açıklamasına nasıl ikna olacağız? Bakan Kurum, çeşitli metinlerde asbestin 900 ton diye yazılmasına atıfla bir yanlış anlaşılma olduğunu mu ima ediyor? Basının sorularını yanıtlamaktan kaçınan, salt bir açıklamayla sorunu halletmeye çalışan şirket de “gerekli analizlerin yapıldığını, yüksek miktarda asbest oranlarının asılsız olduğunu” savunuyor. Tehlikeli madde envanteri hazırlamaya yetkili bir kuruluşun hazırladığı raporu dayanak yapıyor.

Peki yıllar önce Clemenceau gemisinde 760 ton asbest bulunduğunu kayıt altına alan rapor?.. Şüpheyi kuvvetlendirecek bir Clemenceau örneği varken iş sadece NAe São Paulo hakkında yanlış bir bilginin yayılmasından mı ibaret? Durum bu kadar basit mi?

Böyle bir geminin Türkiye’nin özellikle de küçük ama yoğun ve hava kirliliği ölçüm sonuçları dahi yetkili makamlarca paylaşılmayan bir sanayi ilçesinde, Aliağa’da bir tesiste parçalanmasına izin verilmesiyle daha en başta o tesiste çalışan/çalışacak işçilerin hayatı, canı tehlikeye atıldı. Oysa 2013 yılında yayımlanan, İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu kapsamına giren tüm işyerlerini bağlayan yönetmelik, asbest tehlikesine karşı işverenlerin yeterli önlemleri alması gerektiğine hükmediyor.

Şirket durmadan Avrupa Birliği sertifikalı bir tesis olduğunu öne çıkarıyor, yani “her şey kontrol altında” diyor. İyi de Soma’da 301, Ermenek’te 18 maden işçisi hayatını kaybederken, Mecidiyeköy’de bir inşaatta asansör 33. kattan zemine çakılıp 10 işçi ölürken, bir gece Marmara Park AVM’nin inşaatında naylon çadırların içinde 11 işçi yanarken de “her şey kontrol altında” idi. Dönemin Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın Soma’da o büyük facia yaşanmadan dokuz ay evvel maden ocağının açılışını yaparken de “öyle!” Yıldız, maden ocağının açılışında, “örnek alınacak niteliklere sahip ocağın işçi güvenliğini ön planda tuttuğunu” söylemişti. 140 dolara çıkarılan kömürün tonunu 23 dolara çıkarmayı taahhüt ederek ihaleyi alan “örnek maden ocağı” dokuz ay sonra 301 işçinin mezarıydı artık. İşletme sahibine sorulduğunda kömür üretiminde aradaki farkını “özel sektörün çalışma tarzının devreye girmesi” diye açıklamıştı. “Çalışma tarzı” denilen?.. Hız, ihmal, tedbirsizlik, denetimsizlik, “ölümüne çalışma” ve daha çok kâr… Sonra? Bakan Yıldız “Soma’da üç gün aynı gömleği giydi”, birtakım çevrelerde “övgüye mazhar” oldu işte. Türkiye’nin en büyük iş cinayetine ilişkin açılan davada devlet kurumlarındaki sorumluların yargılanmasına “izin verilmez” iken işletme sahipleri de çoktan paçayı kurtardı.

Nükleer denemelerde kullanılan, radyoaktif madde taşıyıp taşımadığı belirsiz ve daha birçok kimyasal içeren bir geminin Aliağa’ya getirilecek olması çevre yönünden de büyük bir risk anlamına geliyor. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Kurum, gemi sökümünden çıkan asbest içeren atıkların ambalajlanarak havayla temasının kesildiğini, geçici olarak depolanan ambalajların da lisanslı araçlarla taşınarak bertaraf edildiğini belirtiyor. Ayrıca gemi Türkiye karasularına girdiğinde Nükleer Düzenleme Kurumu Başkanlığı geminin sökülmesinde sakınca bulunmadığını bildirirse geminin diğer kontrolleri yapılarak sökülmesine müsaade edilecekmiş. İşler sahiden de sorunsuz mu yürüyor? İzmir’in Gaziemir ilçesinde kapanan bir kurşun fabrikasının arazisinde yıllardır çevreye zehir saçan radyoaktif atıkların bertaraf edilmesinde topu sürekli birbirine atan iki kurumdan bahsediyoruz. Çevreyi kirletenlere salt para cezası kesmekle yaptırım uygulayarak çevreyi “koruyan”, halk sağlığını “gözeten” bir Çevre Bakanlığından söz ediyoruz.      

Artık Aliağa ilçesinin hâli pürmelaline gelebiliriz. İlçede petrokimya tesisleri, demir-çelik fabrikaları, termik santraller, hurda metal işleyen haddehaneler olmak üzere küçük büyük 2 bin 900 adet sanayi kuruluşu ve 26 gemi söküm tesisi bulunuyor. TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulunun açıklamasına göre Nemrut Körfezi’nde yaklaşık 380 bin metrekare arazi üzerinde yılda en az 900 bin ton hurda gemi sökülüyor. Kapalı havuz yerine kıyıda sökülen gemilerden çıkan parçalar ise demir-çelik fabrikalarında elektrikle eritilerek işleniyor. Çıkan atıklarınsa havaya, suya, toprağa karışması engellenemiyor! Atık yönetimiyle ilgili mevzuatta neyin nasıl yapılacağı belirtilse de pratikte hemen çoğuna uyulmuyor. İşte Aliağa’daki sanayi tesislerinden çıkan atıkların depolandığı Foça Ilıpınar Cüruf Depolama Alanı’nın kapatılması için yöre halkı yıllardır mücadele ediyor.

Hangi yönden ele alsanız NAe São Paulo Türkiye’ye getirilmesi daha baştan yanlış bir gemi.

Tekrar: Hayatî risk içerdiği için 12 yıl önce dış ülkelerden alımı, üretimi, kullanımı, işlenmesi yasaklanan asbest maddesini barındıran bir gemi buna rağmen nasıl ve neden “ithal” ediliyor? Mantıklı, vicdanlı bir açıklaması var mı? Bir şirketin kârı, çalışan işçinin sağlığından, ülkede yaşayan insanların sıhhatinden, topraktan, sudan, havadan daha mı makbûl?  

Yıllardır inançla o gemiyi bekleyen İsmail Abi gibiler ile bir sahilden hiç el sallamamış ya da uzaktaki o gemide olmayı düşlememiş kimselerin “gemileri”, hayalleri, hakikatleri elbette aynı değil.