Bugünlerde çok sık anıyoruz 90’ları… Bir yanıyla “nostalji” veya benim kuşağım için çocukluk yılları… Ama aslında geleceğimizin nasıl çalındığına tanıktırlar! Kimler, nasıl tüketti geleceği; ekmeğin eşit bölüşüldüğü bir memlekette insanların haklarıyla barış içinde yaşama hakkını?.. Dolayısıyla yine konumuz 90’lar; koalisyon ve azınlık hükûmetleri, siyasî çekişmeleri, “düşük yoğunluklu savaşları”, cinayetleri, kavgaları ve krizleriyle…

Türkiye’nin 70 sente muhtaç olduğu karaborsa günlerinde krizden çıkmanın reçetesi olarak dayatılan ve Türk sanayi burjuvazisinin “mucize” gözüyle baktığı 24 Ocak Ekonomik Kararları (1980), 12 Eylül darbesinden sonra askerî bürokratik elitin eliyle yürürlükteydi.

1971’de “sosyal gelişme iktisadî gelişmeyi aştığı” gerekçesiyle verilen 12 Mart muhtırası ile “demokrasinin üzerine şal örtülmüş” ve nihayet işçi sınıfının örgütlenme, grev, toplusözleşme gibi sendikal hakları (1974’te) için çıkarılan kanunların rövanşı, 12 Eylül 1980 askerî darbesiyle alınmıştı. 12 Mart’ta yürürlükteki 1961 Anayasasını iğdiş eden cunta “anayasayı tağyir, tebdil ve ilga ettikleri” gerekçesiyle gençlere darağaçları kurmuştu. “Kardeş kavgasını bitirme”, “demokrasiye sahip çıkma” söylemiyle meşruluk kazandırılmaya çalışılan 12 Eylül’de ise anayasa tümden kaldırılmıştı yürürlükten.

12 Eylül darbesinin sınıfsal karakterini gösteren 24 Ocak Kararlarının demokrasi getirmeyeceğini savunmuş, ekonomide sosyal adaleti öncelemiş, gazete ve dergilerinde halkçı çözüm önerileri getirmiş pek çok aydın, yazar, gazeteci, akademisyen çoktan tutuklanmış, işkence görmüş, öldürülmüştü.

Kimlerdi özgürlüğü, demokrasiyi yok edenler? Kimler işlemişti insanlık suçlarını?

1983’te başbakanlık koltuğuna oturan Anavatan Partili Turgut Özal, mimarı olduğu 24 Ocak Kararları ile Türkiye’nin tam kapitalist ekonomiye geçişini sağlayacak, kamu özelleştirmelerini başlatacaktı. “Köprüleri satacağını” söylemesiyle muhayyel Özal, Irak’ın Kuveyt’i işgâl ettiği dönemde Meclis onayı almadan Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) Türkiye’nin hava sahasını açmıştı. Allah’tan Anayasa “tağyir, tebdil ve ilga” edilmemişti bir daha. Özal’ın gelen eleştirilere verdiği yanıt ne acı ki her seferinde hatırlanmak zorunda kalınacaktı: “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz.”

Özal 1989’da cumhurbaşkanı olduğunda partisi ANAP bir daha dikiş tutturamamış çözülme sürecine girmişti. Dolayısıyla iktidarı 1991 genel seçiminde DYP ile SHP koalisyonuna bırakmıştı.

Ülkenin Güneydoğu’sunda ise Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile Körfez Savaşı’ndan sonra Kandil Dağı’na yerleşen ve Irak ordusundan kalan silahlarla güçlenen Kürdistan İşçi Partisi (PKK) arasında süregelen “savaşın” hepten kızıştığı yıllardı. PKK doğuda ve batıda şiddet eylemlerini artırmıştı.

Doğu illerinde 1987’de “sıkıyönetimin kaldırılmasıyla” başlatılan Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği, kapsamı genişletilerek sekiz ilden 13’e çıkarılmıştı. Kürtçe konuşma yaptığı için (Türkçe dışındaki dil yasağı hâlâ devam ediyordu) 1991’de Halkın Emek Partisi Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın evinden gözaltına alınmış, iki gün sonra işkenceyle öldürüldüğü ortaya çıkmıştı. Polisin doğrudan ateş açarak müdahale ettiği 1992 Mart’ındaki Newroz kutlamalarında ise resmî kaynaklara göre 57, gayri resmi bilgilere göre de 100’e yakın sivil hayatını kaybetmişti. Cizre’deki Newroz kutlamalarını takip etmek üzere Sabah’ın Ankara bürosundan giden gazetecilerden İzzet Kezer de başından vurularak ölen insanlar arasındaydı. Aynı yılın ağustos ayında Şırnak’ta TSK’nin düzenlediği operasyonda bu kez evler taranmış, kadın çocuk yaşlı en az 54 insan yaşamını yitirmişti.

93’ün şubat ve nisan aylarındaki iki olay, Cumhurbaşkanı Özal ve Orgeneral Eşref Bitlis’in ölümü yaşananların tam merkezindeydi.

Sırasıyla ele alalım: 1990 yılında Irak “petrol kavgası” nedeniyle komşusu Kuveyt’e savaş açtı. Beş ay sonra Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak, “kontrolü sağlamak” üzere ABD öncülüğünde Batı ülkeleri ile Türkiye’nin de içinde olduğu koalisyonun “Çekiç Güç” adlı askerî kuvveti harekât başlattı. Körfez Savaşı’nda hava bombardımanı için ABD uçaklarına Türkiye’nin hava sahasını kullanması için “anayasa bir kere delinerek” izin verilmişti.

Yaklaşık iki yıldır Irak’ta konuşlu bulunan Çekiç Güç askerî kuvvetlerinin Türkiye’den çekilmesi, aksi hâlde bölgede “Türkiye’nin sonu gelmeyecek bir maceraya sürükleneceği” konusunda Cumhurbaşkanı Özal’ı uyaran Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Bitlis’in uçağına “taciz uçuşları yapıldı” ve 1993’te şüpheli bir şekilde düşen uçakta Bitlis yaşamını kaybetti.

1984’te PKK Eruh’ta “ilk saldırısını” yaptığında Başbakan Özal, örgütü “üç beş çapulcu” diye “önemsememe” mesajıyla kimilerine göre “psikolojik operasyon” yapmıştı. Fakat artık Kürt sorunu o günler itibariyle şiddetle iç içe geçmeye başlayacaktı. 1990 yılında muhalefette olan Sosyaldemokrat Halkçı Parti’nin (SHP) “Kürt Raporu” hazırlaması sorunun varlığının “merkez solda” bir siyasî parti tarafından kabul edilmesi anlamına geliyordu ama devletin Kürt sorununa bakışı hep “güvenlik” perspektifli olmuştu. Hattâ şiddet yoğunlaşmaya başladığında hükûmet Güneydoğu’daki insanları batıya göç için teşvik etmişti.

Körfez Savaşı ve Türkiye’nin de içinde olduğu ittifakla Çekiç Güç kuvvetlerinin girmesiyle komşu Irak’ın kuzeyinde oluşan “de fakto” durum Kürt sorununu bölgesel bir konuma getirmeye başlamıştı. 1992’de kuzey Iraklı Kürtler “Kürt Federe Devleti” ilân etmişti. (Erbil’de siyasî örgütler arasında daha sonra kanlı çatışmaların başlaması şimdilik bu yazınının konusu değil.)

Özal’ın bu dönemdeki politikası bölgedeki Kürt yöneticilerle diyalog kurmasıyla biliniyor.

O günlerde Cumhurbaşkanı Özal, ANAP’lı vekil (sonradan ailesiyle birlikte bir “trafik kazasında” şüpheli bir şekilde ölecekti) Adnan Kahveci’ye “Kürt sorunu nasıl çözülemez?” adlı bir rapor (1992) hazırlattı. Kahveci’nin Güneydoğu’da incelemeler yaparak hazırladığı raporun bu yazıyı ilgilendiren tarafı özetle Kürt sorununun bir “kriz” hâlini aldığı, bu tür sorunların hiçbir yerde “askerî yöntemlerle çözüme kavuşturulamadığı”, “çözüm için cesur adımlara ihtiyaç olduğu” kaydedilmesiydi. Rapora göre Kürtlerin “kimliği ve dili hızla kabul edilerek yurttaşlık hakları verilmeli” idi.

Kürtçe yasağı bu yıllarda kaldırılacak; Kürt dilinde eğitimin serbest bırakılması, GAP televizyonunda Kürtçe yayın yapılması gündeme gelecekti.

Cumhurbaşkanı Özal’ın o dönemki politikası ve devlet tarafındaki iklime dair şunu kayda geçebiliriz netice itibariyle: Kürt sorununu askerî ve güvenlik önlemleriyle değil, sorunun demokratik siyasî bir zeminde çözümü için bir ezber bozularak devlet nezdinde ilk “adım” atılmıştı. Ancak 1993’te Özal’ın anî vefatı hem siyasetteki dengeleri değiştirecek hem de devletin Kürt sorununu ele alış biçimini yine yalnız “askerî-güvenlikçi” çizgiye kaydıracaktı.

1991 erken seçiminde SHP ile koalisyon kuran Doğru Yol Partisi’nin (DYP) Genel Başkanı Süleyman Demirel yeni cumhurbaşkanı olarak Çankaya Köşkü’ne çıkmıştı. Başbakan Demirel’den boşalan koltuğa oturan Tansu Çiller’in DYP’si ile SHP (ve sonradan CHP) arasındaki koalisyon hükûmeti ise bir süre daha devam edecek ancak bir zaman sonra aylık ömürlü koalisyon ve güvenoyu alamayan azınlık hükûmetleriyle dönüşümlü başbakanlık dönemleri başlayacaktı.

1993’ün mayısında PKK, eğitimlerini tamamlayan ve korumasız bir şekilde görev yerlerine sevk edilen silahsız 33 eri Bingöl’de kurşuna dizmişti. Yine aynı yılın 2 Temmuz’unda Sivas’ta (Madımak) “Pir Sultan Abdal Şenlikleri”nde şairler Behçet Aysan ve Metin Altıok’un, edebiyat eleştirmeni Asım Bezirci’nin de aralarında olduğu 35 insan radikal İslamcılar tarafından yakılarak katledilmiş, devlet nedense o insanların canını kurtaramamıştı. Bu olaydan üç gün sonra Başbağlar’da PKK içinden bir grubun saldırısında 33 köylü daha hayatını kaybetmişti.

İklim yine değişmişti. Siyasî çözüm rafa kalkmıştı. Dönemin başbakanı Çiller, “tırmanan terörü bitirmenin kendilerine nasip olacağına” dair demeçler veriyordu medyaya. Çiller salt askerî yöntemlerle sorunu hâlledeceğinden emin konuşuyordu.

Bölgede bir yandan istihbarat, asker, polis tarafından gayrinizami harp yöntemleri kullanılmaya diğer yandan köy koruculuğu sistemiyle silahlandırılan paramiliter güçler devreye sokulmuştu. 1987’de “Genelkurmay’ın bilgisi dışında” kurulan ve adı en bilinen üyesinin “yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’ın olduğu JİTEM (Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele) bölgede faaliyet yürütüyor, Hizbulllah’ı silahlandırarak yeni bir milis güç daha oluşturuyordu.

Devlet eliyle ormanların yakılmasından Kürt köylerinin boşaltılmasına, insanların göçe zorlanmasından işkence ve yaşam hakkı ihlaline kadar varan olaylar, faili meçhul cinayetler bu dönemde yaşanacaktı.

Olayları sorup sorgulayan Türk-Kürt aydınları, gazeteci-yazarların katledildiği, “ölüm infaz listelerinin” oluşturulduğu yıllardı. Özgür Gündem gazetesi bombalanacak, gazetenin muhabiri, yazarı, dağıtımcısı faili meçhul cinayetlerde ölecekti.

90’lardan 2000’lere Turan Dursun, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Musa Anter, Uğur Mumcu, Onat Kutlar, Ahmet Taner Kışlalı gibi fikir insanlarının “faili meçhul” cinayetlerde ölmesi dönemin en trajik olaylarıydı.

Gözaltında kaybedilen yakınlarını arayan Cumartesi Anneleri tam da o yıllarda, 27 Mayıs 1995’te Galatasaray Lisesi önünde ilk oturma eylemini yapacaktı.

Bu bölümü Sezen Aksu’nun Cumartesi Türküsü ile tamamlayalım: