istanbul-12

İstanbul, üstüne destan yazılası kadim bir şehir. En güzel sanat eserlerinin burada üretilmesi bir tesadüf değil. Şehrin verdiği ilhamla olabilir ancak böylesi. İstanbul, bir romanın güzel bir cümlesi oluverir ya da şiirdeki gibi “gözü kapalı dinlenen” bir masal... Fatih’te Koca Sinan’ın Süleymaniye’si ki, “aziz İstanbul” en iyi oradan görünür, Boğaz’da kayıkhaneleriyle en az yüz elli yaşında bir yalıdır meselâ. Yahut günlük nasibini alma derdindeki balıkçı milletinin ekmek teknesi, âvârenin ise hiç yorulmadan gezip dolaştığı... Kalabalık İstiklal Caddesi, Kadıköy Çarşı, Beşiktaş Meydanı, Eminönü ile yaşam hızla akıp gider burada. Gecekonduları sosyal adaletsizliğin en çok kendini gösterdiği yerdir. “Modern zamanda” böyle büyüyüp genişlemiştir şehir. “Ekonomik büyüme” hiç uğramamıştır gecekondu semtlerine. Her gün işe giden milyonlarca insanın; şehirli işçinin, öğrencinin, gencin, yaşlının çoğunlukla da trafik çilesidir İstanbul…

Kadıköy’den bindiğiniz vapur şehrin simgelerinden Haydarpaşa Garı’nı gösterir ilk başta. Alışveriş merkezi, otel, ticaret merkezine dönüştürmeye değin Haydarpaşa hakkında çok planlar yapıldı, çatısı yandı, tren girişi durduruldu ama istasyonu yok etme planları direnen insanlar sayesinde hep boşa çıkartıldı. Sonra restorasyon başladı. Yıllar geçti üstünden ama hâlâ bitirilemedi restorasyon işlemi. Anadolu’nun batıya açılan kapısı olan bu istasyona yıllardır tren uğramıyor. Tarihî binada restorasyon çalışmasının devam ettiğini gösteren örtüyle kaplı cepheleri bu yüzden hüzünle karşılar sizi. Yerindedir yerinde olmasına ama göremezsiniz bu tarihî yapıyı. Şimdi Kız Kulesi de öyle. Rumeli ve Anadolu Hisarları da bir süredir restorasyonda. Elbette bakım yapılmalı ama bunun tarihî yapılara zarar vermeden ve aslına uygun olarak gerçekleşmesi en büyük dileğimiz. Restorasyon diye kimliksizleştirilen bir Narmanlı Han örneği var elimizde. Keza taş duvarlarına hiltiyle girilen Galata Kulesi...

Boğazın tatlı sert rüzgârını yaran vapur ilerlerken martılar yetişir, hüznü sevince boyar ki mavidir o renk. Martılar çığlık çığlığa, sanırsın ki başına konacak. Bütün derdi gamı alıp giderler... Birden karşıdaki binaya gözüm takılır. Burası üç yıl önce askerlik sırasında kaldığım hastane değil mi? Evet, tam onun önünden geçiyor vapur. Henüz tecilin bitmesine bir yıl kala rahatsızlanmış ve nöroloji polikliniğinde devam eden tedavim son aşamasına gelmişti. Askerliği ise bir an önce bitirip yaşamıma yön vermenin derdindeydim. Rahatsızlık mevzuum öğrenilirse askerî mevzuat gereği askerlik birkaç yıl ertelenir diye bu durumu askeriyeye bildirmemiştim ama teslim olduktan sonra kışladan bir gün ilaç yazdırmak için hastaneye gidince durum açığa çıkmış, bir hafta bu hastanede, -eski adıyla- GATA’da müşahede altına alınmıştım. Bir dizi tetkikten sonra doktorlar sorun görmeyerek yeniden kışlaya sevk etmişlerdi. Sözün kısası belki de kaderin bir cilvesinden, askerlikte de yine buradaydım. Gerçi Tuzla ne kadar İstanbul’dan sayılır, bilinmez ama işte hafta sonları soluğu Kadıköy’de alırdım. Trafikte vakit kaybetmemek, günlük izin saatini geçirmemek için burası daha cazip gelirdi.

Vapur ardını köpürte köpürte yol alırken hâtıra hâtırayı çağırır sanki... Bu şehri ilk gördüğüm gün gelir aklıma. Uzun yıllar evvel babamla yaptığımız o kısa gezide ne çok yer görmüş ne çok yeri gezmiştik. Şehrin genel planı o yolculukta oluşmuştu kafamda. Ancak babamla yaptığımız son gezi olacaktı bu. “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” demişti şair. Ben onu hâlâ bu yolculukla, Sirkeci Garı’nın önündeki fotoğrafıyla hatırlarım. Bir de şöyle baba-oğul iki kadeh parlatmaya yetmeyen zamana isyanla. Sirkeci Garı’ndaki fotoğrafın öyküsü çok önce başlıyor aslında: Dedemlerin 1950’li yılların başında babam daha çok küçükken Yunanistan’ın Gümülcine şehrinden bindikleri tren onları Sirkeci Garı’na getirmiş ilk. Bir süre sonra da geldikleri İzmir’de kendilerine yeni bir yaşam kurmaya çalışmışlar. O tarih itibariyle İzmir onların yurdu olmuş, çocukları burada büyümüş ama yerinden yurdundan ayrılmanın travması da hiç geçmemiş bu insanların.

İzmir’de doğup büyüyen biri olarak yerli turist misali gezerim İstanbul’u. Ama İstanbul’a yolum ilk düştüğünden beri biraz İstanbullu sayarım kendimi. Ne zaman gelsem şairlerin dizelerindeki, güftecilerin sözlerindeki o şehri arar dururum. Filmlerdeki sahneler canlanır gözümde, belleğimde en çok yer etmiş filmlerin mekânında. Ya Orhan Veli’den, Attilâ İlhan’dan bir dize dolanır dilime ya da içinden İstanbul geçen bir şarkıyı mırıldanırken bulurum kendimi.

Tarihî yapıları özgün mimarisiyle, pudra şekerli yoğurduyla özdeş Kanlıca’sı verdiği huzurla, Kandilli Parkı heybetli ağacıyla, Beyoğlu meyhaneleriyle, Mercan leziz fasulyesiyle yer etti bende. Çocukluktan bu yıllara; her geldiğimde başka bir yanını keşfettim şehrin. Anılar biriktirdim burada. Meselâ İzmir’den arkadaşlarla burada da yollarımız kesişmişti. Üniversiteden arkadaşlarımın çoğu buradandı. En güzel konserleri burada izlemiştim. Önceki romanında işgal yıllarının İzmir’ini, son romanında II. Meşrutiyet yıllarını konu edinen edebiyatçı-yazarla İstanbul’u konuşmak üzere bu şehirde buluşmuştuk. Altı aylık bir sürenin sonunda terhis günü ailemle yine burada kavuşmuştuk. Ama nereden bilebilirdim bir ayrılığa da şahit olacağını bu şehrin. Üniversite bitiminde kız arkadaşımla burada ayrılmıştık... Diyeceğim o ki yolum bir şekilde hep bu şehre düştü, o yüzden bir yanım İstanbullu…

Hatırâlar yılların içinden asimetrik bir biçimde düşüyor usuma ve ansızın gelip geçiyor sessizce. Kadıköy-Karaköy vapuru yol alırken, Boğaz’ın rüzgârı çarpıyor yüzüme. Gri hava denizin mavisine karışıyor. İçimde buruk bir sevinç.

Az sonra vapurdan inip Tünel’le İstiklal Caddesi’ne çıkıyorum. Saat 11.00 civarı... Vakit bir akşamüzeri değil ama yine de bu saatte hiç bu kadar boş olmazdı bu cadde. Garip bir sessizlik var. İnsanların yüzünde acıyla karışık bir çaresizlik hâli. Birkaç gün önceki bombalı saldırıda altı insan hayatını kaybetmişti, acı daha çok taze. İlerledikçe cadde kalabalıklaşmaya başlıyor. Ötede bir yerde bir insan topluluğu görünüyor. Bir olay veya bir basın açıklaması olduğunu düşünüyorum önce. Yakınlaşınca İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu görüyorum. İmamoğlu “yaraları beraber sarmak için” esnaf ziyaretinde. Orada çalışan, orada yaşayan, her gün o güzergâhı kullanan kaygılı insanlara moral vermeye gelmiş. Biliyorum, az sonra o lanet saldırının olduğu yerden geçeğim ama biraz da olsa içim ferahlıyor böylece. Yürümeye devam ediyorum. Lebon Pastanesi’nin oraya geldiğimde boş bir dükkân görüyorum. Beyoğlu’nun en eski lezzetlerinden Lebon kapanmış. 200 yıllık kültürü yaşatmaya çalışan insanlar, o kültürden nasiplenmeye çalışanlar artık orada yok. Ne kadar hayıflansak az.

istanbul-2-1

Galatasaray Meydanı’ndan geçiyorum. Etrafta her zaman olduğu gibi polisler ve polis bariyerleri var. Bir süre daha yürüdükten sonra saldırının olduğu yere geliyorum. Bombalı saldırıda ölen insanlar için ben de bir karanfil bırakıyorum. Ağır bir hüzün var havada. İçimde öfkeyle karışık bir üzüntü hâli. Saldırıyı önlemekle sorumlu olup bunu yapamayanlar, ertesi gün saldırganları eliyle koyduğu gibi buldu ama çelişkili açıklamalar, gözaltına alınanların ifadeleri, fail olarak işaret edilen örgütün terör eylemini üstlenmemesi, saldırının ABD merkezli olduğu ileri sürülüp hiçbir kanıt gösterilememesi ve dolayısıyla hiçbir şey yapılamaması; olayın ardındaki sis perdesi hâlâ aralanamadı. Gerçek fail hâlâ bilinmiyor. Militanları “ayakkabı numarasına kadar bilmeleriyle”, “sınırdan kuş uçurtmadıklarıyla” övünen İçişleri Bakanı “Eylemi gerçekleştirenlerin bize ne mesaj vermek istediklerini biliyoruz. Biz bu mesajı aldık” dedi. Kim, nasıl bir mesaj verdi? Alınan mesaj ne anlama geliyor? Çoğumuz haklı olarak 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonrasında başlayan, onlarca insanın hayatını kaybettiği kanlı dönemin tekrar yaşanmasından korkuyorduk ki, at izinin it izine karışacağı her şey olabilir yine bir seçim öncesi.

Kafamda sorular yürümeye devam ediyorum. O her zaman cıvıl cıvıl olan İstiklal Caddesi’nden eser yok bu sefer. Ancak birkaç gün sonra tekrar gittiğimde hayatın biraz da olsa normale döndüğünü görüyorum.

Başka bir gün İstinye’deki Amerikan Konsolosluğu’na gidiyoruz. Üniversiteden kadim dostumun vize mülakatı var. Sabah sabah konsolosluğun karşısı insan kalabalığıyla dolu. Buradaki herkes iş, eğitim ve aslında daha iyi bir yaşam gayesiyle ABD’ye gitmek için uğraşıyor. On beşer dakika aralıklarla randevu verilmiş olan bu insanlar gruplar hâlinde içeri alınıyor. Herkeste bir telaş var; daha da fazlası bu kez vizenin verilip verilmeyeceğine dair ortak kaygı… Yaklaşık 45-50 dakika içinde dışarıda bekleyen herkes içeri giriyor.

Arkadaşı beklerken küçük kafeteryada İngilizce kitap okuyan bir kızla tanışıyorum.

“Sen de mi vize için geldin?”

“Hayır, benim mülakata daha var. Aralıkta Hollanda için şansımı deneyeceğim.”

Onun da arkadaşı ABD vizesi almak için gelmiş. Laf lafı açıyor. Kızın iktisat mezunu olduğunu, yüksek lisans yaptığını öğreniyorum. Birer çay söylüyoruz. Memleket meseleleri ile başlayan sohbet Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sına, Tanpınar’ın Huzur’una kadar uzanıyor. Romanlardan bir iki cümle hatırlayıp seslendiriyoruz. Sonra da yeniden okunmayı, yeni tahliller yapmayı fazlasıyla hak eden kitaplar olduğuna dair fikir birliğine varıyoruz… Kız güzel, dili tatlı, o konuştukça insanın dinleyesi geliyor. Ama zaman hızlı akmış. Arkadaşlarımız konsolosluktan çıkıyor. Her ikisinin de vize mülakat sonucu menfi. Mülakata giren onlarca insan kırılan hayalleriyle dönüyor oradan. 

Ülkede yaşam o hâle geldi ki insanlar artık nefes alamıyor. Bunda yönetimin kalitesizliği, kurumlardaki çürüme gibi son zamanlarda ekonominin iflas etmesi de baş etken. Gençler hemen her açıdan ümitsiz. Mezun olsa iş bulamıyor, iş bulamadığı için üniversitede eğitimini aldığı mesleği icra edemiyor, karın tokluğuna bir iş bulsa ev tutamıyor, evlenip çoluk çocuğa karışmak ancak bir hayal… Konsere, sinemaya, tiyatroya gitmek istese bilet fiyatları devasa oranlarda artmış. Daha bir yıl önce 40-50 liraya aldığınız kitap şimdi 100 liranın üstünde. Darboğaz dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Bunca insan insanca yaşayabilmek için bir umut yurtdışına gitmek isterken, büyük bir beyin göçü yaşanırken devlet yöneticileri şapkayı önlerine koyup düşünecekleri yerde “Giderlerse gitsinler” diyor.

Pek çok insana evet, vize de verilmiyor. Bunda da en büyük etken ülkenin uluslararası alandaki konumu. Vize alabilmeyi bırakın vize görüşmesinde sizi dinlemeye bile tahammül edemeyen görevlinin tavrından çabucak anlıyorsunuz bunu. Sıradan insanlar gidebilmek için yıllarca uğraşırken bazı AKP’li belediyeler kendi partililerini düzenledikleri turistik gezilerle yurtdışına çıkarmanın (aslında kaçırmanın demeli) paravanı olmuş. Çünkü bir gezi programı vesilesiyle turist diye giden bir daha oradan dönmüyor. 

istanbul-3-1

Memleket ahvali hiç de iç açıcı değil ama her şeye rağmen her gün doğan güneşte aramalı umudu gene. Ayrıca umudu, direnmeyi, yılmamayı öğreten insanlar da var. Eğer İstanbul’a yolunuz düşer ve bir müze gezmek isterseniz, büyük şair Tevfik Fikret’in (1867-1915) anısının yaşatıldığı Aşiyan Müzesi en azından ücretsiz. Usta şair Rumeli Hisarı’nda bir zamanlar öğretmenlik yaptığı Robert Kolej’in hemen aşağısındaki bu ahşap evin planını kendi elleriyle çizmiş. Yapımının tamamlandığı 1906’dan ölümüne kadar bu evde yaşayan şair, pek çok şiirini de burada yazmış. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin mülkiyetindeki müze-ev önce edebiyat müzesi olarak kullanılmış. 1961’de de şairin mezarının evin bahçesine nakliyle Âşiyan Müzesi denilmiş. 

Fikret’in kendi yaptığı resimlerin yanı sıra aileye ait fotoğraflar, çeşitli eşyalar, edebiyat erbabının portreleri sergileniyor müzede. İçeri girer girmez ressam Mihri Müşfik Hanım’ın Fikret’in ölümünün hemen ardından yüzünün kalıbını alarak yaptığı mask göze çarpıyor; sanki şair capcanlı karşınızda oturuyor, Mihri Müşfik Hanım o kadar başarılı bir mask çalışmasına imza atmış. Yine Fikret’in “Sis” şiirinden ilhamla Abdülmecid Efendi’nin yaptığı yağlıboya tablo bu alanda sergileniyor: görmeye değer. Müzede edebiyatçı bir hanımefendi ile beyefendi güzel bir üslûp ve gayet akılda kalıcı biçimde Fikret’in yaşamından ve düşünce dünyasından kesitler aktarıyor ziyaretçilere. 

Tan (1935) gazetesinin yazarlarından Sabiha Sertel, Tevfik Fikret için “serbest düşüncenin, vicdan hürriyetinin ışığını tutan şair” demişti. Fikret, yeni bir soluk getirdiği Servet-i Fünûn adlı edebiyat dergisinin kapatıldığı, sürekli gözaltına alındığı istibdat ile çalışırken ünlü şiiri Sis’i yayımladığı Tanin gazetesinin parti organı hâline getirilmeye çalışıldığı İttihat Terakki dönemlerinde gadre uğramış bir şair. Her iki dönemde de parlamentonun kapatılması onu çok rahatsız etmiş. Sis, Tarih-i Kadim, Doksan Beşe Doğru, Han-ı Yağma, Rübâb’ın Cevâbı, Sabah Olursa gibi şiirleri bu anlayışla yazdıklarından birkaçı. Farsçada “yuva” anlamına gelen Âşiyan’da eşi Nazime Hanım ve oğlu Halûk’la yaşayan Fikret, zaman zaman bu evde inzivaya çekilirmiş. Üstat “Kıran da olsa kırıl, düş, fakat eğilme sakın” demiş.