Türkiye’nin siyasî tarihinde öyle fotoğraflar var ki zaman zihninizle oyun oynarmışçasına benzer karelerin yenilerini çekip önünüze koyuyor.

Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir sınıf partisinin, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) 1965’te 15 milletvekiliyle TBMM’ye girmesi bazılarını fena telaşlandırmıştı. O günlerde kayda geçen 1966’da Meclis’te bütçe görüşmeleri oturumunda TİP’li Çetin Altan’a Adalet Partililer (AP) tarafından linç girişiminde bulunulması bu fotoğraflardan biriydi.

Ne yapmıştı Altan? 1951’de devletin vatandaşlıktan çıkardığı, 58 yıl sonra ise “iade-i itibar yaptığı” Nâzım Hikmet’i “büyük şair” diye nitelemişti. Altan, çok partili sistemde vekilliği düşürülüp iade edilen ilk vekil olmuştu.

Takvim 1990’lı yılları gösterdiğinde dokunulmazlıkları kaldırılarak Kürt milletvekilleri Meclis’ten zorbalıkla gözaltına alınırken de bir fotoğraf çıkmıştı ortaya.

90’lar faili meçhul cinayetlerin en çok yaşandığı, insan haklarının esâmesinin okunmadığı, hükûmet krizlerinin olduğu, ekonomik buhranlarıyla yoksulluğun, işsizliğin arttığı dönemdi. Aradan çok uzun bir zaman geçmesine rağmen özellikle bugünlerde çok sık hatırlanıyor 90’lı yıllar: Siyasî iktidarın toplumsal muhalefeti baskılayıcı, gerilimi artırıcı siyaset tarzı, hayat pahalılığı; siyasal muhalefete dönük operasyonları, Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) dava açılması, insan hakları mücadelecisi vekil Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun “parlamentoda” vekilliği düşürülerek gözaltına alınmasıyla…

Ne vardı o 90’ların siyasî gündeminde?

Eskiler “Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür” der; Türkçesiyle “İnsan hafızasının eksikliği unutkanlığıdır.” Birkaç cümle de buradan kuralım, toplumsal belleği tazeleme niyetine. Bir dönem gazetelerde yayımlanan pehlivan tefrikalarından “pehlivan tefrikası gibi uzatmak” gibi bir deyim çıkmıştı. Okuru yormamak için pehlivan tefrikasına döndürmeyeceğim diziyi ama 1990’dan 2000’e muhtemelen hafta boyu sürecek.

Filmi biraz geri saralım, 40 yıl önceye… 12 Eylül 1980’de askerî rejiminin kapattığı Cumhuriyet Halk Partisi’nin parti tabanına hitaben Erdal İnönü Sosyal Demokrasi Partisi’ni (SODEP) kurdu. Parti sürekli Millî Güvenlik Kurulundan veto alması nedeniyle darbeden sonraki ilk seçimde sol kanattan Meclis’e girmiş olan Halkçı Parti ile birleşti ve 1985’te “merkez solda” yeni bir parti çıktı ortaya: Amblemi yeşil zeytin dalı üstünde altı ok olan Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP). İnönü ikinci kurultayda partinin genel başkanı oldu.

12 Eylül öncesinde asla bir araya gelmeyen iki farklı kutup “merkez sağ” ile “merkez sol” 1991 genel seçiminin sonuçlarına göre koalisyon kurmuştu. Eski AP’li Süleyman Demirel’in “Tapulu arazisine gecekondu kurdurmamak” üzere 1987’de genel başkanı olduğu Doğru Yol Partisi (DYP) ile SHP koalisyonunda İnönü, başbakan yardımcılığını üstlenecekti...

İçinde Kürt siyasetçilerin de yer aldığı SHP, 1989’da Sosyalist Enternasyonale üye olacak ancak aynı yıl Paris’te “Kürt Ulusal Kimliği ve İnsan Hakları” konferansına katıldığı gerekçesiyle aralarında Ahmet Türk’ün de bulunduğu yedi milletvekilini partiden ihraç edecekti. Demokratik/sosyalist sol ile “milliyetçi sol” arasındaki tartışmanın tezahürü gibiydi yaşanan bir nevi.

Sonucu bir grup milletvekilinin SHP’den istifası olmuş, ihraç edilenler ile istifa edenler bir araya gelerek 1990’da Halkın Emek Partisi’ni (HEP) kurmuşlardı. Bir görüşe göre “Kürt kimliğinin eşit haklar bakımından tanınması için” çabalayan, bir görüşe göre de “Kürt milliyetçiliğini” temsil eden HEP, farklı dönemlerdeki siyaset tarzıyla tartışılabilir. Ama başlangıçta sendikacı bir başkan ve sol çevreden isimlerle “baskıya ve sömürüye maruz kalan halk kitleleri ve demokrasiden yana olan herkese” hitap etmek üzere yola çıkmıştı. Partinin kuruluşu demokratik/sosyalist sol ile Kürt siyasî hareketinin haklar temelinde dayanışmacı rolüne ilk değil ama önemli bir örnekti.

Zira yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarı örgütlenme modeline dayanarak sınıf temelli bir siyaset üzere sendikacıların kurduğu ve sonradan aydınların davet edildiği Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran’lı TİP, Doğu Mitingleri ile Kürt sorununa solda ilk dikkat çeken siyasî parti olmuştu. TİP’in 1970’teki kongresi bunun en iyi örneklerinden biriydi. Yeniden parlamentoya giremesin diye seçim sisteminin değiştirilmesiyle, kapatılmasıyla önü kesilen TİP kongrede özetle Türkiye’nin doğusunda Kürt halkının yaşamakta olduğuna, “Doğu sorunu”nun yalnız bölgesel kalkınma sorunu olarak ele alınamayacağına, Kürt halkının yurttaşlık hakları mücadelesini desteklemenin olağan ve zorunlu bir görev olduğuna yönelik birtakım tespitlerde bulunmuştu.

HEP’in kurulması SHP’nin Kürt vekilleri ihraç hamlesiyle gerçekleşmişti ama aynı SHP, 1990’da “Doğu ve Güneydoğu Sorunlarına Bakışı ve Çözüm Önerileri” diye bir rapor yayımladı. Raporun özellikle de 2000’li yıllarda parlamenter solu/sosyal demokrasiyi katı bir ulusalcılığa indirgeyen CHP’li Deniz Baykal’ın genel sekreter sıfatıyla başında olduğu komisyon tarafından hazırlanması manidardır.

CHP’nin, Kürt sorununa bakışı gündeme geldiğinde hemen raporu hatırlatarak savunma yapması farklı bir tartışma ki, 90’larda en çok hak ihlallerinin olduğu dönemde esamisi bile okunmayacaktı raporun… Siyasî literatüre “Kürt Raporu” diye geçen metinde, tüm siyasî ve toplumsal yaşamı altüst eden ve Kürt kimliğini reddeden 12 Eylül rejiminden sonra Doğu ve Güneydoğu illerinde yaşayan yurttaşların çoğunun Kürt kökenli olduğu realitesine vurgu yapılması önemliydi. Raporda şöyle denilmişti:

“Türkiye etnik köken açısından çoğulcu bir yapıya sahiptir. Birbirinden farklı etnik grupların, mezhep anlayışlarının, dil farklılıklarının varlığı inkâr edilmeyecek bir sosyolojik gerçektir. (…) Tek bir ırkı ön plana çıkaran, çareyi ırksal anlayışta bulan, herhangi bir etnik karakterden ve mezhep anlayışından mucize bekleyen tahlil ideoloji ve politikalar çağdaş değildir.”

Rapor Kürtçe konuşma, öğrenme ve yayın yasağından (2932 sayılı yasaya göre resmî dil Türkçe dışındaki tüm diller yasaktı) 2002’ye kadar sürecek Olağanüstü Hâl Bölge Valiliğine, koruculuk sisteminden köy boşaltma ve işkencelere, toprak dağılımındaki adaletsizlikten bölgede eğitim ve sağlık hizmetlerinin batı illerine göre çok geride kaldığına dair tespitleri/önerileri bakımından tüm yönleriyle incelenebilir. Ancak özetin özetiyle Türkiye siyaseti açısından dün ve bugün raporun en çok öneme haiz olan tarafı çağdaşlığın “çoğulcu” bir yönetim anlayışında olduğuna işaret etmesiydi.

Nitekim bir yanıyla hak temelli dayanışma olduğu kadar HEP’li vekillerin 1991 genel seçimine 12 Eylül’ün yüzde 10’luk seçim barajına takılmamak için SHP listesinden girmesi de… HEP’in kapatılma ihtimaline karşı alternatif olarak sırasıyla 1991’de Demokrasi Partisi (DEP) ile 1992’de Özgürlük ve Demokrasi Partisi’nin kurulması da devletin resmî ideolojisinin yargı, bürokrasi, yönetim pratikleriyle çoğulculuk anlayışının tam zıddı yönünde olduğuna yönelik fazlasıyla veri sunuyordu.

Ama asıl kıyamet HEP’li vekiller Meclis’e girince kopacaktı.

“EKMEK DEMOKRASİYLE GELİR”

12 Eylül 1980 darbesinden üç yıl sonra sivil hükûmet kurulsa da askerî yönetimin etkileri hâlâ yoğun olarak devam ediyordu. 1980’de darbe ile “Milli Güvenlik Konseyi”nin (MGK) başkanı olan Kenan Evren, iki yıllık MGK görevinden sonra yürürlükteki 1982 Anayasasının kabulüyle başladığı yedi yıllık cumhurbaşkanlığında sona yaklaşıyordu. O gün ülkenin gündemindeki soru ise şuydu: Yeni cumhurbaşkanı kim olacak?

Darbeden sonraki ilk seçimde 1983 yılında yüzde 45 ile iktidar olan Turgut Özal’ın Anavatan Partisi (ANAP) 1989 yerel seçiminde yüzde 19’lara kadar gerilemiş, İnönü’nün SHP’si ile Demirel’in DYP’si yükselişe geçmişti. Başbakan Özal, cumhurbaşkanlığına aday olmak istiyordu ancak muhalefet adaylığına “meşruiyet sorunu” doğacağı gerekçesiyle karşı çıkıyordu.

Muhalefetin boykotuyla yapılan TBMM’deki oylamaların üçüncü turunda Özal, Türkiye’nin 8. Cumhurbaşkanı seçildi. Hükûmetteki ANAP’ın başına ise Meclis başkanı olan Yıldırım Akbulut geçti. Fakat partinin asıl erime süreci de o günlerden itibaren başlayacaktı.

Akbulut’un başında olduğu ANAP hükûmetini en çok etkileyecek olan olay iki yıl sonra yaşanacaktı. Kamuya ait madenlerin bütçe açığını kapatmak üzere özelleştirilmek istenmesine karşı işçi sınıfının harekete geçmesi kötü çalışma şartlarına, düşük ücretlere karşı mücadeleye dönüşmüştü. O yıl Türkiye Taş Kömürü İşletmeleri şirketiyle işveren konumunda olan devlet ile işçilerin örgütlü olduğu sendika arasındaki toplu sözleşme görüşmelerinden sonuç çıkmayınca sendika greve çıktı. Sonuç alamayacağını anlayan işçiler grevin 13. gününde 4-8 Ocak 1991 tarihleri arasında aileleriyle çocuklarıyla birlikte Zonguldak’tan Ankara istikametine yürüyüş başlattı, “Ekmek demokrasiyle gelir” dedi. Emek tarihinin en önemli direnişlerinden biri olarak görülen işçi sınıfının onurlu hareketi Türkiye tarihine “Büyük Madenci Yürüyüşü” diye geçecekti.

Fakat yürüyüş sırasında Başbakan Akbulut’un sendika lideri Şemsi Denizer ile görüşmesi Özal’ı kızdırmıştı. Bu olay neticesinde bir yandan istifa ve başkanlık sorunu yaşayan ANAP, nihayetinde erken seçim kararı aldı. Seçim sonuçlarına göre DYP’li Demirel ve SHP’li İnönü ortaklığında bir koalisyon hükûmeti kuruldu.

İşte o seçim (1991) parlamentoya hükûmet ortağı SHP listesinden 21 HEP’li vekil de girdi. Meclis’teki yemin töreninde listeden seçilen milletvekillerinden Hatip Dicle’nin yemin metnini “anayasanın baskısı altında okuduklarını” ifade etmesiyle gerginleşen ortamda, kürsüye çıkan Leyla Zana’nın Türkçe ettiği yeminin sonuna Kürt dili ile “Bu yemini Türk ve Kürt halkının kardeşliği adına ediyorum” sözlerini eklemesinin “bedeli” ağır olacaktı.

Gelişen olaylar zincirinde üç yıl sonra, 4 Mart 1994’te dokunulmazlıkları kaldırılan 13 Kürt vekilden Orhan Doğan, Dicle ve Zana Meclis kapısında polis zoruyla gözaltına alındı ve tutuklanarak 15 yıl hapse mahkûm edilecekleri “yargı” süreci başladı. Aynı yıl 1 Temmuz’da gözaltına alınan vekil Selim Sadak ise 12 Temmuz’da tutuklandı.

Yılların ardından vekiller hakkındaki mahkûmiyet kararları Yargıtay tarafından bozulurken Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ise yargılamanın âdil olmadığına hükmedecekti.

Meclis’te Altan’a linç girişiminin üzerinden 55, Kürt vekillerin Meclis’te gözaltına alınmasından bu yana en az 25 sene geçti. Aradan çok sular aktı, her şey değişti ama işte Türkiye demokrasisinde her şey aynı ile vâki...