İnsan Hakları Eylem Planı, “yargı reformu”, “tutuklamada somut delil koşulu”, “insan hakları tazminat komisyonu” filan, Türkiye’de yargı çağ atladı; “bağımsız ve tarafsız yargımız” delilsiz iddianamelerle ağırlaştırılmış müebbet ve 18 yıl hapis cezalarıyla “adalet” dağıtıyor, koşun…
Sonucunu muktedirin belirlediği bir davanın, Gezi Parkı davasının kararı açıklandı geçen gün. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şimdiye kadar Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) lideri Selahattin Demirtaş, Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı ve iş insanı Osman Kavala hakkında ettiği lafları, ithamlarını saymayacağım burada. İsteyen kısa bir Google taramasıyla öğrenebilir. Devlet başkanının sözü cümlesi o olunca işte “mahkeme”nin kararı da o mahkemedeki yargıçlardan biriyle, AKP’li bir belediyede avukat olarak çalışırken milletvekilliği için AKP’den aday adayı olan “hâkim”le cisimleşiyor. Çünkü bu kadarı ancak böyle mümkün olabiliyor. Ülkede adalete olan güvene dair azıcık bir umut varsa o da kayboluyor.
İstanbul’un göbeğinde insanların 70 yıllık ağaçların gölgesinde oturup soluklandığı tek yer olan Gezi Parkı’nda 2011’den sonra yerel yönetimin (ve aslında siyasî iktidarın) Topçu Kışlası’nı otel, rezidans, AVM olarak “ihya etme” ve Taksim Meydanı’nı sil baştan değiştirme ısrarına karşı başlayan Gezi eylemleri barışçıl bir halk hareketiydi. Ancak Gezi’yi uzun bir süre Kabataş yalanıyla veya doğrulanmayan “camide içki içildi” söylemiyle karalamaya ve hınçla yargılamaya çalışan siyasî iktidar elitine kulak veren ya da görevlendirilen savcıların harekete geçmesi çok sürmemişti. Meslek odalarının, mahalle derneklerinin, sendikaların oluşturduğu Taksim Dayanışma Platformu’nun temsilcilerine “suç örgütü kurmak ve yönetmek” suçundan 2014’te bir soruşturma başlatıldı. İddianame “şüphelilerin hangi suç veya suçları işlemek için örgüt kurduklarının anlaşılamadığı” gerekçesiyle mahkeme tarafından iade edildiği için soruşturma dava aşamasına gelmedi. Bu kez başka bir savcı görevlendirildi, yeni bir iddianame hazırlandı. Açılan 26 sanıklı davada yargılananlardan biri de bugünkü davada 18 yıl hapis cezası verilen mimar Mücella Yapıcı’ydı. “Suç örgütü lideri olmak” ve “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununa muhalefet etmek” ile suçlanan sanıkların tümü bu davada beraat etti. Kararı veren yargıç -Gezi’deki eylemi- “Düşünce ve fikir özgürlüğü kapsamında değerlendiriyoruz. Tek bir şartla, şiddet olmasın, dikkat edin” diyerek noktayı koymuştu. Karar emsal niteliğindeydi.
O günlerden sonra Erdoğan Topçu Kışlası’nı sık sık gündeme getirerek, Taksim’de cami inşaatı başlatarak özellikle de seçim dönemlerinde toplumu provoke etmeye çalıştı. Gezi üzerinden dava tehdidi ise insanlar üzerinde bir karabasan gibi dolaşmaya başladı. İlk soruşturmada takipsizlik verilmemiş, açılan davada mahkeme beraat kararı vermemiş gibi tam altı yıl sonra yine bir dava açıldı Gezi’ye. “FETÖ” soruşturmalarından aranan savcı Muammer Akkaş’ın görevdeyken 2013’te telefon dinlemeleri, emniyetin hazırladığı fezleke ve raporlardan hazırladığı dosyayla açılan davanın iddianamesi aynıydı. Deliller sözde “yeniden kıymetlendirilmişti” ama savcıya göre Kavala’nın bir masa, bir hoparlör, bir sandalye, poğaça ve eczaneden alınmış maskeleri götürdüğünü söylemesi, Açık Toplum Vakfı’nın üyesi olması onu “Gezi’nin finansörü” yapıyordu (Dinleme kararı veren hâkimler de Gezi fezlekesini hazırlayan emniyet müdürü de 15 Temmuz darbe girişimi sonrası “FETÖ davaları” kapsamında hapisle cezalandırılmıştı).
Aralarında bağ kurulmaya çalışılan insanların aynı tarihlerde aynı ülkede olmalarından, tiyatro oyunlarıyla halkın galeyana getirildiği iddialarından başka bir veri yoktu iddianamede. Ne var ki hukuk akademisyenlerinin hukuk fakültelerinde “iddianame nasıl hazırlanmaz” diye örnek vereceği “iddianameyi” mahkeme kabul edebilmişti. İkinci Gezi davası 18 Şubat 2020’de karara bağlandı. Mahkeme, son duruşmaya kadar 840 gün boyunca cezaevinde tutulan Kavala, 221 gün hapis yatan hak savunucusu Yiğit Aksakoğlu, ilk Gezi davasında yargılanıp beraat etmiş olan Mücella Yapıcı ile Can Atalay, Yiğit Ali Ekmekçi, Çiğdem Mater, Mine Özerden, Tayfun Kahraman’ın “yüklenen suçların işlendiğine dair mahkumiyete yeter derecede hukuka uygun somut ve kesin delil bulunmadığı” için beraatine karar verdi. Yurtdışındaki sanıkların ise dosyası ayrıldı ancak sonradan avukatları tarafından verilmesi talep edilen beraat kararı reddedildi.
Gezi’deki beraat kararlarıyla kamuoyu biraz da olsa nefes alır gibi olmuştu. Gezi Parkı davası sahiden kapanıyor muydu? Kavala’nın adının geçirildiği diğer soruşturma ve davalar ipucu veriyordu. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Kavala’nın tutukluluğunda ihlal olduğuna hükmeden kararı Anayasanın 90. maddesine rağmen uygulanmamıştı. Gezi davasında beraat eden Kavala, cezaevinden çıkmaya hazırlandığı anlarda raftan başka bir dosya indirildi ve daha önce tahliye edildiği 15 Temmuz’la ilgili yürütülen soruşturma kapsamında TCK 309’dan hakkında “derhal” gözaltı kararı verildi. Tutuklandıktan bir süre sonra bu dosyadan tekrar tahliye edilirken bu kez de casusluk suçlamasıyla TCK 328’den açılan soruşturma kapsamında tutuklandı. Bu tutuklamada kanıt diye dosyaya konulan da ilişkilendirilmeye çalışılan isimlerin, Henry Jack Barkey ile Kavala’nın telefonlarının aynı semtten sinyal verdiğini gösteren veriden başka bir şey değildi ve zaten “casus” olarak kodlanan ABD’li Barkey’in dava sürecinde ifadesi de alınmamıştı.
Gezi davasında ise savcı beraat kararlarını istinaf mahkemesine taşımış, kararlar bozulmuş, beraat kararı veren hâkimler çoktan sürülmüştü. Yargıçlar heyeti değiştirilen “mahkeme”nin istinafın bozma kararına direnecek “hâli yoktu”. Gezi’ye ilişkin üçüncü yargı süreci böyle başladı. Ama bu kez içinde Kavala’nın casusluk iddiasıyla tutuklu olduğu dava, 15 Temmuz’la ilgili dava, yine Gezi’den beri Beşiktaş’ın taraftar grubuna ilişkin yürütülen “çArşı” davası, Gezi’ye açılan üçüncü dava; her biri birleştirildi. İş tam bir yılan hikâyesine döndü. Süreçte Yargıtay tarafından beraat kararları bozulan çArşı davasının dosyası ayrılırken önceki gün karara bağlanan Gezi davasında Kavala’ya hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüsten ağırlaştırılmış müebbet ve diğer isimlere bu suça yardım etmekten 18’er yıl hapis cezası verildi. Casusluk suçlamasından beraat eden Kavala’nın ömür boyu hapisle cezalandırılması, diğer insanların yeniden hapse girmesi demek bu.
Gezi’de en başından beri “suç örgütü” arandı, hakkında dava açılan insanlar “suç örgütü liderliği” ile suçlandı. Daha ilk davada mahkeme bu suçların bulunmadığına hükmetti. Yıllar önce mahkeme Gezi’yi “düşünce ve fikir özgürlüğü kapsamında” değerlendirmişken yıllar sonra düğmeye basıldı, “Gezi’nin bir darbe kalkışması olduğu” iddianameye girebildi. Soruşturma boş bir “iddianame” ile dava hâline gelebildi, mahkeme ise beraat kararı verdi. Savcılık itirazları, istinaf filan, sonunda insanlar mahkûm edildi. Savunmanın bir dolu talebi reddedilen duruşmalarda, iddia makamının suçladığı kişilerin suçunu kanıtlaması yerine insanlardan adeta suçsuzluğunu kanıtlamaları beklendi.
Mahkûmiyet kararı mahkemeden 1’e karşı 2 üyenin oy çokluğuyla çıktı -ki bir “hâkim”in oradaki varlığını AKP’ye borçlu olduğu ortaya çıktı. Ancak karara karşı çıkan hâkim ise şöyle bir şerh düştü: (1) Dosyadaki dinleme kayıtları yasak delil mahiyetinde. (2) Sanıkların kanuna aykırı dinleme kayıtlarına karşı beyanları da yasak delile dayandığından hükme esas alınamaz. (3) Aksi kabul edilse dahi dinleme kayıtlarını destekleyen somut kanıtlar yok. (4) Tek başına dinleme kayıtları sanıkların üzerlerine atılı suçlardan mahkûmiyetlerine yeterli değil. (5) Sanıkların, üzerlerine atılı suçlardan cezalandırılmalarına yeter her türlü kuşkudan uzak, somut, kesin ve inandırıcı başka bir delil de bulunmuyor.
Gezi’yi yargılamaya, cezalandırmaya kalkanlar -dönemin başbakanının emriyle orayı “dağıtmak” için nasıl bir şiddet uygulandığını, “emrin” ve emri yerine getirenlerin gencecik insanların ölümüne, gözlerini kaybetmesine neden olduğunu unutmadan- Gezi’nin ruhunu yansıtan, hak arayan, barışçıl, samimi, mizah hâline baksın: Ağaca sarılana, şarkı türkü söyleyene, dans edene, kitap okuyana, gitar, piyano çalana, polise yiyecek ikram edene, çevreyi temizleyene, yeryüzü sofrası kurana, namaz kılana, ibadet edenin çevresinde polis saldırısına karşı etten duvar örene, duran adama, yaralananı tedavi eden doktoruna; farklı şehirlerin meydanlarında caddelerinde birbirinden farklı milyonlarca insanın dayanışmasına... Evet, hepimiz oradaydık…
Osman Kavala’nın kanıtsız suçlamalarla 4,5 yıl tutuklu yargılanması ve şimdi şu mahkûmiyet kararları her gün biraz daha zayıflayan, toplumsal desteğini kaybettikçe saldırganlaşan bir iktidarın insanları hürriyetinden mahrum bırakmak pahasına toplumsal muhalefete verdiği bir gözdağı… Bunun farkındayız ama bilesiniz, mahkûm ettirdiğiniz o insanlar yalnız değildir.