Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarda 20 yılı doldurdu. 3 Kasım 2002 tarihi AKP’nin tam bir dönüm noktasıydı. 2002 genel seçiminde yüzde 34’lük oy oranıyla ilk kez hükûmet kuran AKP, pek çok partinin seçim barajının altında kalmasıyla Meclis’te önemli bir sandalye sayısına sahip olmuştu. 1991’den sonra tek başına hükûmet kuracak sayısal çoğunluğa ulaşamayan parti ve liderlerin bulamadığı fırsatı AKP ve lideri yakalamıştı.
2002 genel seçiminde yüzde 10 seçim barajı nedeniyle parlamento dışı kalan partilerin oranı toplamda yüzde 46’ydı. Üçlü koalisyon hükûmetinin ortaklarından Devlet Bahçeli’nin “erken seçim çağrısı” ile yapılan seçimde Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) barajın iki puan altında kalmıştı. Adı 90’lı yıllarda faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar, Susurluk Skandalı ile anılan Tansu Çiller’in Doğru Yol Partisi, yüzde 9,5’e gerilemişti. Siyaset sahnesine yeni çıkan Cem Uzan’ın başkanlığındaki Genç Parti’nin yüzde 7’yi bulması yürüttüğü propaganda kampanyası özelinde bugün hâlâ tartışılıyor. Koalisyonun diğer ortağı Mesut Yılmaz’ın Anavatan Partisi (ANAP) yüzde 5’te kalmıştı. Baraj altı partilerden biri de yüzde 6 ile Kürt siyasî hareketinin Demokratik Halk Partisi olmuştu.
2002 genel seçiminde en büyük hezimeti ise 1999 genel seçiminde birinci çıkan Demokratik Sol Parti’nin (DSP) lideri Bülent Ecevit yaşamıştı. 12 Eylül askerî darbesi döneminde kendisini yalnız bıraktığı için Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile yolları bir daha hiç kesişmeyen, 90’ların başında Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) ile birleşmeyi reddettiğinde solu bölmekle eleştirilen Ecevit, 1999’da tekrar başbakan koltuğuna oturduğunda 74 yaşındaydı. Ecevit, MHP ve ANAP ile ortak hükûmeti kurduktan dört ay sonra 17 Ağustos 1999’da binlerce insanın hayatını, evini kaybedeceği Marmara depremi yaşanmıştı. Deprem ülkede her açıdan büyük bir yıkıma neden olmuştu. Ekonomi küçülmüş, enflasyon fırlamış, bütçe açığı artmıştı. Başbakanlığının ikinci yılında bir millî güvenlik kurulu toplantısında Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer’in anayasa kitapçığını fırlatmasıyla başlayan “devlet krizi” depremin mali sonuçlarının da eklenmesiyle 2001’de ekonomik krize dönüşecek; kur artışı, Merkez Bankası’nın (MB) yüklü miktarda döviz satışı, bankaların iflası, devalüasyon, yüksek enflasyon, dış borcun katlanması tahribatı gittikçe artıracaktı. İşyerleri kapanmış, binlerce insan işini aşını kaybetmişti bu dönemde. 2002’nin bahar aylarında ise Ecevit’in yaşadığı sağlık sorunları birçok tartışmaya gebeydi. Partisinden bir grup Ecevit’in çekilmesini istemiş, bu olmayınca önemli sayıda bakan ve milletvekili DSP’den istifa etmiş ve hatta istifa edenlerden bir grup yeni bir parti kurmuştu. “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” adı altında IMF ile yapılan stand-by anlaşmalarıyla alınan krediler, Dünya Bankası fonları ekonomide kısmî bir iyileşme sağlasa da erken seçime böyle bir ortamda gidilmişti.
DSP’nin kaybetmesi sürpriz değildi ama kuruluşundan tam bir yıl sonra AKP’nin tek başına iktidara gelişi herkes için şaşırtıcıydı. 12 Eylül askerî darbesinden sonra “merkez sol”un iki partisi, SHP ve ardından DSP’de toplanan oyların büyük bir bölümü ise Deniz Baykal’ın genel başkanlığı döneminde “katı ulusalcı” karakteriyle öne çıkacak olan CHP’ye kaymıştı. Ancak CHP’nin oy oranı, Refah Partisi’nin (RP) yüzde 21’le birinci olduğu 1995 genel seçiminde, DSP ile ulaştığı toplam yüzde 25’lik orandan altı puan eksikti. İki büyük partinin, Süleyman Demirel’in Adalet Partisi ile Ecevit’in CHP’sinin yarıştığı 1970’lerde “ortanın solu” açılımıyla tarihindeki en çok oy oranına ulaşan (yüzde 41) “merkez sol” bir daha hiçbir zaman toparlanamamıştı.
12 Eylül askerî darbesinin yeniden şekillendirdiği Türkiye siyasetinde 1980’lerden 2000’lerin başına değin adları sık duyulan parti ve liderler 2002 seçiminde (ANAP, SHP, DYP, DSP, RP) tarih sahnesinden inmişti artık. İşçi sınıfını temsil edecek, sınıf ve emek odaklı siyaset yürütecek partilere ise Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) kovulduğu yıllardan beri parlamentonun kapısı zaten kapalıydı. İlkesel olarak incelendiğinde 12 Eylül cuntacıları koydukları seçim barajıyla düşlerindeki siyasî düzene nihayet 2002’de kavuşmuş, AKP ve CHP ile kurulan iki kutuplu bir parlamentoda özellikle de başörtüsü ve laiklik kavramları temelinde yaşanan siyasî krizlerden AKP’nin oyunu artırarak çıkacağı bir dönem başlamıştı.
2002’den 2022’ye; aradan çok sular aktı. 1991 seçiminden beri parçalı bir yapıda olan ve aktörleri durmadan kavga eden “merkez sağ” AKP’de toplanarak belli bir döneme kadar “altın çağını” yaşadı. 2002’den sonra 2007, 2011, 2015 genel seçimleri arasındaki gelişmeler, 2007 ve 2010 referandum dönemleri, 2014’te cumhurbaşkanlığı seçim süreci ileride bir çalışmada anlatılır nasılsa ama şunu söylemekle yetinelim: 2011’de oyu yüzde 49’lara çıkan AKP ve lideri Tayyip Erdoğan’a güç zehirlenmesi yaşadığı dönemde tam da bu nedenle bir seçim vakti halk dur demişti. AKP’nin 7 Haziran 2015 genel seçiminde karşılaştığı tablo 1983’ten 1991’e ülkeyi yöneten ANAP’ın lideri Turgut Özal’ın, başbakanken cumhurbaşkanlığına aday olup Çankaya Köşkü’ne çıkışından sonra partisinin ilk seçimde iktidardan düşmesine benziyordu, bir yanıyla. 3 Kasım 2002 nasıl bir dönüm noktası olduysa 7 Haziran 2015 de AKP’nin “kaybederek kazanacağı” bir eğride “merkez sağ”dan düşmeye başladığı bir tarihti. Sözü biraz daha açalım: Erdoğan 2014’te cumhurbaşkanı seçildikten sonra anayasadaki “tarafsızlık yeminini” bozup il il gezerek partisine oy istemişti. Fakat buna rağmen 2015 genel seçiminde kendisini bugünkü konumuna getirecek sayısal çoğunluğa ulamamış, hatta partisi yüzde 40’la yine birinci parti olduğu hâlde tek başına hükûmeti kurabilecek çoğunluğu da kaybetmişti.
AKP’nin seçim sandığında ilk yenilgisiydi bu. Her seçimde devletin tüm imkânlarını seferber etmesine, bu kez toplumun fay hatlarıyla oynayarak propaganda yürütmesine rağmen yaşadığı yenilginin en baştaki nedeni, Kürt siyasal hareketinin sol çevrelerle ittifak kurarak uzun bir zaman sonra seçime yeni bir partiyle, Halkların Demokratik Partisi (HDP) ile katılması, partinin baraj duvarını geçerek parlamentoya girebilmesiydi. Sadece Kürt illerinden değil batı illerinden de destek alan HDP’nin yüzde 13 oy oranı ve 80 milletvekiliyle Meclis’e girebilmesinde lideri Selahattin Demirtaş’ın en çok da dili, üslûbu ve kısa grup konuşmasında “seni başkan yaptırmayacağız” resti etkili olmuştu. Demirtaş bugün hâlâ Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararına rağmen cezaevinde tutuluyor: Altı yıldır hapishanede Demirtaş. Kazandığı belediyelere kayyum gönderilerek, belediye başkanları hapsedilerek, yöneticilerine operasyon düzenlenerek, yönetim merkezlerine saldırılarak ekarte edilmeye çalışılan HDP hakkında bir yandan da “kapatma davası” yürütülüyor.
AKP ve lideri Erdoğan’ın 7 Haziran’da (2015) tek başına hükûmet kuracak siyasî üstünlüğünü kaybettiği seçim akşamı, MHP lideri Bahçeli derhâl bir açıklama yaparak birinci parti AKP ile koalisyon kurmayacağını kesinkes ilân etmişti. Ayrıca seçimden sonra Erdoğan’ın ilk işlerinden biri de CHP’de milletvekili olmaktan başka bir sıfatı bulunmayan, partinin ulusalcı kanadını temsil eden Baykal’la görüşmek olmuştu. Ne konuşulmuş, neden görüşülmüştü? AKP-CHP koalisyonunun kurulması için görüşülmediği kesindi! Zira seçim sonrası başlayan “istikşafi görüşmeler”de hiçbir şekilde “orta yol” bulunamamış, AKP lideri Erdoğan’ın sadece yeni bir seçim, “seçimin tekrarı” için zaman kazandığı anlaşılmıştı. Dikkat çekmek gerekir ki oyun hâlâ “parlamenter sistem”de kuruluyordu ve zaman mefhumu önemliydi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, birkaç yıl öncesinde Kürt sorununda başlattığı “çözüm süreci”nden kendi hükûmetiyle bile ters düşmek pahasına “Böyle bir sorun yoktur” diyerek keskin bir dönüş yapmıştı. İktidarın Rojava’yla ilgili izlediği politika, KCK’nin ateşkesi bitirdiğini açıklaması, Ceylanpınar’da iki polisin şüpheli ölümü, Suriye’nin kuzeyine askerî operasyon başlatılması, “Şırnak Halk Meclisi”nin özyönetim, KCK’nin özerklik ilânları sürecin resmen bittiğini gösteriyordu. Bu dönem itibariyle Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı doğu ve güneydoğuda 90’lardaki gibi bir savaş ortamına girildi. AKP işte böyle bir zamanda 2015’in Kasım ayında yapılan “tekrar seçimden” oylarını artırarak çıktı. Tekrar hükûmet kurdu.
Kanlı süreç ise devam etti. 2015’in ikinci yarısından 2017’ye kadar ülkenin birçok yerinde art arda canlı bomba saldırıları yaşandı. Saldırılar kontrgerillanın faaliyette olduğu ve sonu bir askerî darbeyle bitecek 70’li yılları andırıyordu daha çok. IŞİD’in Suruç ve Ankara saldırılarında 137 sivil hayatını kaybetmişti. 2016 yılında, bir yıl içinde İstanbul, Ankara, İzmir, Kayseri, Diyarbakır, Gaziantep, Mardin ve Hakkâri’deki canlı bomba saldırılarında, bombalı saldırılarda, patlamalarda 360 insan ölmüştü. 2016 yazında da iktidarın “Allah’ın lütfu” diye yorumlayacağı bir “darbe teşebbüsü” olmuş, insanlar yine canlarını yitirmişti.
Ülke işte bu darbe girişimi sonrası ilân edilen olağanüstü hâl ile yönetim pratiğinin “normalleştirildiği” bir rejime evrildi. 7 Haziran’a kadar birbiriyle “kanlı bıçaklı olan” AKP ile MHP’nin genel başkanları nasıl olduysa bir buçuk yıl içinde referandum için işbirliğine gitti, taşları döşenen rejime de 16 Nisan 2017’de mühürsüz zarf ve pusulalı oyların da geçerli sayıldığı şaibeli bir referandumla anayasal statü kazandırdı.
Evet, AKP 20 yıl önce yolsuzluğu, yasakları ve yoksulluğu sonlandıracağını söyleyerek iktidara gelmişti, mücadele edeceğini taahhüt ettiği her ne varsa 20 yıl sonra onun müsebbibi hâline geldi.
“Yasaklar” dedi, işçi sınıfına, hak savunucusuna, gence, yaşlıya 1 Mayıs günlerinde Taksim’i kapattı, Gezi eylemlerinde insanların ölümüne, sakatlanmasına yol açan emirler verdi. Hangi fabrikada grev varsa onu yasaklamakla övündü. Nerede bir basın açıklaması yapılıyorsa zorbalıkla orayı dağıttı. Gece yarısından sonra eğlence mekânlarında müzik icrasını yasakladı. Konserler, festivaller keyfî olarak iptal edildi. Meselâ kalabalık bir caddede Kürtçe şarkı-müzik icra eden müzisyenler engellendi. Kamu kurumlarına ait lokantalarda içki yasaklandı. Akşam belli bir saatten sonra satışı da yasaklanan içkiye özel tüketim vergileriyle devasa zamlar yapıldı. Yetmedi televizyonlardan meyhane sahneleri kaldırıldı. Yasak kültürü hemen her kuruma bir şekilde sirayet etti.
“Özgürlük” dedi, insanların sudan sebeplerle tutuklandığı bir rejimin mimarı oldu. Gezi eylemlerinden intikam almaya kalkınca mahkemeler delilsiz iddianamelerle iş insanı Osman Kavala’yı, mimar Mücella Yapıcı’yı, avukat Can Atalay’ı, şehir plancısı Tayfun Kahraman’ı, sivil toplumcu Yiğit Ali Ekmekçi’yi, belgeselciler Çiğdem Mater ve Mine Özerden’i mahkûm etti. Bir iddiayı bile değil bir iddianın araştırılması gerektiğini söyleyen Türk Tabipleri Birliği Başkanı Şebnem Korur Fincancı’yı hapse gönderdi. “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” diyen hekimlere davalar açıldı. Siyasî rakiplerini, belediye başkanlarını, vekilleri, avukatları, sanatçıları, gazetecileri, hak savunucularını, çevrecileri, öğrencileri, yaşlıları hapsettirdi, ceza davalarıyla toplumsal muhalefete gözdağı verdi. Ülkede özellikle de sokağa çıkma yasağının olduğu Kürt illerinde ağır insan hakkı ihlallerinin yaşandığı günlerde sorumluların cezalandırılması, kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulması için bildiri imzalayan yüzlerce akademisyeni işinden gücünden etti, hedef gösterdiği akademisyenleri tutuklattı. Boğaziçi Üniversitesi’ne atadığı “kayyum rektör” anlı şanlı bilim insanlarını, akademisyenleri üniversiteden uzaklaştırdı.
“Medya özgürlüğü” dedi, gazete ve televizyonları ya kapattırdı ya da kurumların el değiştirmesini sağlayarak onların birer propaganda aygıtlarına dönüşmesine neden oldu. Beğenmediği yayın kuruluşlarını Basın İlan Kurumu ve Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) ile ekonomik açıdan çökertmeye çalıştı.
“Dezenformasyon” dedi, sosyal medyadan enformasyon paylaşanı hapisle cezalandırmak için yasa yaptı.
“Hak” dedi, kanun hükmünde kararnameler ile binlerce kamu görevlisinin işine son verdi. Kamudan ihraç edilenler, muhalifler, akademisyenler için “ölüm mekanizmaları kurulmasını” söyleyenleri cesaretlendirdi.
“İnsan hakları” dedi, âdil yargılanmadığı, haksızlığa uğradığı için açlık grevine giren avukatlar, müzisyenler hayatını kaybetti. Gözaltında, cezaevlerinde kötü muamele arttı.
“Barış” dedi, Kürt illerinde çocuklar, yaşlılar polis kurşunlarıyla hayatını kaybetti; cenazeleri mezardan çıkaracak kadar insanlıktan çıkanlara yol verdi. Komşu ülkelerdeki yangına benzinle gitti; Suriye iç savaşında cihatçı örgüt militanlarının eğitimini üstlendi, silah tedarik ederek, Türkiye hastanelerini militanlara açarak örgütleri destekledi.
Adına “adalet”i koymuştu, “faili meçhul” cinayetleri aydınlatmayı bırakın yıllardır gözaltında kaybedilen yakınlarının akıbetini soran Cumartesi Annelerine ve avukatlarına meydanda zulmetti. Kadın cinayetlerinde, iş cinayetlerinde cezasızlık arttı.
“Ekonomi büyüdü” dedi, maden ocaklarında, AVM inşaatlarında, şantiyelerde; çeşitli işkollarında çalışan 30 bin işçi öldü.
“Kentsel dönüşüm” dedi, kendi yağıyla kavrulan insanların evlerini ranta, sermaye gruplarına açtı. Evlerinden çıkmak istemeyen insanların elektriğini, suyunu, doğalgazını kesti.
“Ben çevrecinin daniskasıyım” dedi, Kazdağlarından Karadeniz’e ormanlık alanları, zeytinlikleri madenciliğe, taş ocaklarına açtı. HES’ler yüzünden dereler kurudu. Koylar, kıyılar, yanan ormanlar otel, yazlık projeleri için imara açıldı. Yol, köprü, havalimanı, yazlık-kışlık saray projeleriyle binlerce ağacın kesilmesine, hayvanların yerinden yurdundan olmasına neden oldu.
“Toprak” dedi, tarlalar artan mazot, gübre, tarım ilacı fiyatları nedeniyle boş kaldı. Yem alamayan üretici süt veren ineklerini durmadan kesime göndermek zorunda kaldı. Süt üreticileri sektörden çekilmeye başladı.
“Dolar kuru” dedi, kurun bir dönem 1,70 liradan 2,40 liraya yükselişinden şikâyet ederek Gezi eylemcilerini suçladı; bir zaman sonra izlediği ekonomi politikası iflas edip kur yükseldiğinde, 2019 yerel seçimlerinden önce piyasalarda dalgalanma olmasın diye döviz rezervlerini satmaya başladı. MB’den satılan rezerv tutarı 128 milyar dolar olarak kayıtlara geçti. Fakat kurun 18 liraya çıkması yine de önlenemedi.
“Yoksulluk” dedi, yap-işlet-devret projeleriyle zenginleşen müteahhitlerden imtiyazlı bir zümre yarattı. “Kur korumalı mevduat” uygulamasıyla “yoksuldan al zengine ver” düzeni kurdu. Kaç kez müdahalede bulunduğu istatistik kurumunun şüpheli enflasyon sonuçlarıyla yoksulluğu, yoksunluğu gizlemeye çalışıyor şimdi. Hâlbuki çocuklar okula aç gidiyor, sokakta çöp konteynırlarından kâğıt, plastik toplayan insanların sayısı giderek arttı. Haneler barınmadan gıdaya en temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor bugün, millet marketten, pazardan eve eli boş dönüyor. MB’ye müdahalelerle politika faizi durmadan düşürüldüğü, istikrar sağlanamadığı için kur yükselirken milyonlarca insan geçinmek, ihtiyacını karşılamak için bankalardan çektiği kredi veya kullandığı kredi kartlarıyla faizin pençesinde yaşıyor. İşçi, çiftçi, emekli borç batağında. Kirasını ödeyemeyen esnaf kepenk kapatıyor. Okumakla sınıf atlayabileceğine inanan üniversite mezunu gencin iş bulma umudu yok artık. Orta sınıf gittikçe eridi. Refah seviyesi hızla geriledi, yaşam kalitesi düştü.
“Yolsuzluk” dedi, yolsuzluğun, rüşvetin konu olduğu 17-25 Aralık dosyalarının üstünü örttü. Evlerinde ayakkabı kutularında paralar, para sayma makineleri çıkanları mahkemelerde, Meclis’te akladı. Kendi şirketinden devlete fahiş fiyata mal sattığı ortaya çıkan bakanlara, “rüşvet çarkı” kuran milletvekillerine, eski SPK başkanlarına, cumhurbaşkanlığı danışmanlarına koruma zırhı giydirdi. Bir organize suç örgütü liderinden “her ay 10 bin dolar para alan milletvekilini” ise hâlâ koruyor.
Örnekler sayfaya sığmaz ama AKP, askerî darbecilerin getirdiği seçim barajından en avantajlı çıkan parti olmadı sadece; asıl “maharetini” yıllar sonra gösterdi. 12 Eylül; zihniyetiyle, yönetim biçimiyle en çok AKP ile MHP koalisyonunda vücut buldu.