Amerika’da siyahların vatandaşlık hakları için mücadele eden örgütler 1960’ların ortasına kadar şiddete mesafeli yaklaşıyordu. Martin Luther King’in “şiddete meyletmeyen, barışçıl yollarla çözüm” fikri siyahlar arasında epey kabul görmüştü. Fakat Martin Luther King’in öldürülmesi ve bitmek bilmeyen polis terörü siyahların şiddet karşısındaki tavrını kısa sürede değiştirdi. 1966’da polis terörüne karşı özsavunma amacıyla şiddeti benimseyen Kara Panterler hareketi kuruldu. Birkaç yıl öncesine kadar barışçıl çözüm fikrini benimsemiş olan pek çok siyah da Kara Panterler hareketine destek vermeye başladı. Bunlar arasında en tanınmış isim, siyah güç dayanışmasının sözcülerinden Stokely Carmichael’dı.

1960’ların başında şiddet dışı hareket grubunun liderlerinden olan Stokley Carmichael, kuruluşundan bir süre sonra Kara Panterler örgütüne katıldı. Carmichael konuşmalarından birinde neden böyle bir tercih yaptığını anlatıyor: “Dr. Martin Luther King’in politik anlayışı şu varsayıma dayanıyor: Eğer şiddetten kaçınıyorsanız ve acı çekiyorsanız, muarızlarınız sizin acı çektiğinizi fark edecek ve size karşı tutumlarını muhakkak değiştireceklerdir. Fakat Dr. King’in fikri yanlış bir önkabule dayanıyor. Şiddet karşıtı siyasetin işleyebilmesi için muarızlarınızın vicdan sahibi olması gerekir. Amerika Birleşik Devletleri’nin ise, maalesef, vicdanı yok.”

Stokley Carmichael’ın şiddet meselesine yaklaşımı, Lars von Trier’in sinemasal dünyasında şiddeti ele alış biçime çok benziyor. Şiddet, Trier’in kafa yorduğu ve bütün filmlerinin merkezinde oturan tek mesele. Trier’in öncülük ettiği Dogma akımının ilk filmi Festen, Stokley Carmichael’ın dile getirdiği türden bir soru sormuştu: Sadece akla dayalı ve barışçı metodlarla toplumu ne ölçüde dönüştürebilirsiniz?

Filmde, köklü bir ailenin uzak ve yakın bütün mensupları aile büyüğünün 60. yaşgününü kutlamak için şatolarında toplanıyor. Yemekte, oğullardan biri babasının şerefine konuşma yapmak için ayağa kalkıyor ve bütün davetlilerin önünde babasının kendisine ve ikiz kızkardeşine düzenli olarak, yıllar boyunca tecavüz ettiğini ve bu yüzden de kızkardeşinin intihar ettiğini anlatıyor. Kan donduran konuşmasını bitirip yerine oturduğunda, davetliler hiçbir şey olmamış gibi neşe içinde yemek yemeye devam ediyor. Kimse mağdur ve acı çeken bu oğlana kulak asmıyordu. Koca adam bütün film boyunca derdini anlatmaya çalışıyor, davetliler ise bin bir dereden su getiriyorlar ve onu duymazdan geliyorlardı. Haklı olması ve acı çekmesi kimsenin umurunda olmuyordu, zira davetlilerin yerleşik menfaatleri söz konusuydu.

Trier filmlerinde şiddet meselesini didikledi durdu. İlk filmlerinde, mesela Karanlıkta Dans, haklarını barışçıl yollarla arayan mağdur insanların, şiddetten kaçınarak aslında kendi ölümlerine nasıl imza attıklarını anlattı. Sonraki filmlerinde, özgürlük ve eşitlik için mücadele eden kibir dolu insanların, mağdurları özgürleştirmek isterken, nasıl olup da onları itlaf ettiğini anlattı.

Trier’in geçtiğimiz hafta sessiz sedasız gösterime giren son filmi Melancholia da, tıpkı diğer filmleri gibi, şiddet ve kurtuluş fikri üzerine kurulu. Trier bu sefer bir “kıyamet filmi” çekmiş; dünyaya usul usul yaklaşan Melankoli isimli gezegenin sebep olduğu felaketin filmini. Gürültüsüz, sakin ve yumuşak bir biçimde, kurtuluş denilen şeyin mümkün olduğunu ama bunun ancak şiddet sayesinde mümkün olduğunu anlatmış. Fakat, Trier’in kurtuluş ile kastettiği şey insanlığın kendisinden, ve insanın kurmuş olduğu dünyadan kurtulmak. Bu yüzden de, stoik bir vakar içinde kıyameti bekleyen ve tam da bu yüzden kahramanlaşan genç bir kadının öyküsünü anlatmış.