2005 yılında Princeton Üniversitesi’nde yapılan Discrimination in Low-Wage Labor Markets (Düşük Ücretli Emek Piyasalarında Ayrımcılık) başlıklı araştırma ırkçılığın emek piyasasında nasıl işlediğini anlatıyordu. Araştırmaya göre, Amerika’daki işverenler, düşük ücret ödeyen işler söz konusu olduğunda, sabıka kaydı olmayan bir siyah yerine, geçmişte hüküm giymiş bir beyazı işe almayı tercih ediyorlardı. Bu çalışma, siyahların emek piyasasında yaşadığı ayrımcılığı ortaya koymakla kalmıyor, bu ayrımcılığı tamamlayan başka bir duruma da dikkat çekiyordu: beyazların ayrıcalıklarına. Beyazlar daha eğitimli veya vasıflı olduklarından değil, siyahlara karşı ayrımcılık olduğu için daha kolay iş bulabiliyorlardı. Yani, bir yerde ırksal kimliği yüzünden ayrımcılığa uğrayan bir grup var ise, orada aynı zamanda ırksal kimliği sayesinde çeşitli ayrıcalıklar kazanan başka bir grup daha var.  

Dünyada ırkçılık ve milliyetçilik üzerine yapılan bilimsel çalışmalar son yıllarda imtiyazlı olan ırksal ve etnik kimlikler üzerine eğiliyor. Bu çalışmalar beyazlar arasında varolan genel bir eğilimi ortaya çıkardı: beyazlar ırksal kimliklerinden dolayı, yani beyaz oldukları için ayrıcalıklı olduklarını düşünmüyorlar. Meslek, eğitim ve gelir gibi kazanımlarının ırksal ayrıcalıklarından kaynaklanmadığını, sahip oldukları şeyleri kendi bireysel çabaları sayesinde kazandıklarını düşünüyorlar. Yani, beyazların çoğu deyim yerinde ise renk-körü; ırkçı sistemin kendilerine bahşettiği ayrıcalıkları görmezden geliyorlar.

Diğer yandan bilimsel çalışmaların altını çizdiği başka bir durum var: beyazlık ile ayrıcalık arasındaki ilişki çok da basit değil, değişkenlik gösteriyor. Beyazlar ile beyaz-olmayanlar arasındaki temas ve bu temasın niteliği beyazların kendilerine dair algısını epey etkiliyor. Stanford Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Monica McDermott’in Working Class White (İşçi Sınıfı Beyazı) adlı çalışması bu konu üzerine yoğunlaşmış. McDermott Amerika’daki işçi sınıfı içerisinde gözlemler yaparken şöyle bir şey farkediyor: beyaz işçilerin bir kısmı beyaz olmayı başarısız olmakla özdeşleştirmiş, diğer bir kısım ise beyazlığı bir üstünlük göstergesi olarak algılıyor. McDermott, aynı sınıfa ve aynı ırka mensup olmalarına rağmen beyaz işçiler neden kendi beyazlık halleri hakkında böyle zıt görüşlere sahipler, diye soruyor. Bu duruma sebep olan şeyin beyazlar ile beyaz olmayanlar arasındaki ilişkinin niteliği olduğunu farkediyor. Şöyle ki, beyaz işçiler eğer siyahların oturduğu varoşlara yakın yerlerde oturuyorlarsa, kendilerini başarısız veya kaybeden olarak görme eğiliminde oluyorlar. Şayet beyaz işçiler, silme beyazların yaşadığı mahallelerde oturuyorlarsa, yoksul ve eğitimsiz olmalarına rağmen kendilerini ayrıcalıklı beyaz sınıfın bir parçası olarak görüyorlar. Özetle, ezilen gruplarla temasa geçmek ve onlarla aynı yerlerde yaşamak beyazların statü endişesini tetikliyor.   

Peki, Türklerin kendilerine dair algıları? Türklerin Kürtlerle teması, Türklerin etnik kimlikle ilgili algılarını etkiliyor mu? Bu konuyla ilgili, ODTÜ’de öğretim üyesi olan Cenk Saraçoğlu’nun Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler: İnkar’dan “Tanıyarak Dışlamaya” başlıklı İletişim Yayınlarından çıkan çalışması var. Saraçoğlu, İzmir’de bilhassa orta sınıf içinde gözlemlenen Kürt karşıtı tutumu anlamaya çalışıyor. Araştırmasına başladığı zaman orta sınıf içinde bir zihniyet farklılaşması gözlemliyor, Saraçoğlu. İzmir’de Mavişehir gibi sitelerde yaşayan üst-orta sınıflar Kürt düşmanı söylemler kullanmıyorlar. Ve bu sınıfın Kürt göçmenlerle hiçbir teması yok. Kürtleri hedef alan dışlayıcı söylemler daha ziyade orta sınıfın orta ve alt katmanları tarafından dile getiriliyor. Pazar, manav gibi yerlerde veya işportada Kürtlerden alışveriş yapan, Kürtlerle bu vesile ile temas kuran “ortadirek”, Kürtlerin “cahil”, “bölücü”, “haksız kazançla geçinen insanlar” olduğunu sıkça dile getiriyor. Ortadirek, aynı zamanda, kendisini mağdur olarak görüyor, son 20-30 yıldır yaşadığımız ekonomik ve toplumsal dönüşümün “kaybeden”inin kendisi olduğunu düşünüyor.

Saraçoğlu’nun çalışması “Türklüğün imtiyazları” perspektifinden kaleme alınmış bir çalışma değil. Çalışmanın temel motivasyonu Kürt karşıtı söylemi benimseyen orta sınıfın zihniyetini anlamak. Ama çalışmayı Türklük ve ayrıcalık perspektifinden okuyunca orta sınıfın kendine dair algısının Kürtlerle karşılaşması sonucunda şekillendiğini görebilmek mümkün. Mesela, ortadirekten pek çok kişi kendisini namuslu ve ülkesine hizmet eden vatandaş olarak algılarken, Kürtleri haksız kazançla yolunu bulan insanlar olarak görüyor. Veya, kendisinin alınteriyle geçinip vergisini ödeyen birisi olduğunu düşünürken, Kürtlerin “nerde pis iş varsa oraya yerleştiğini” düşünüyor. Bu da ortadirekte gözlemlenen haksızlığa uğramışlık psikolojisini besliyor.

Gerek sosyal bilimler gerekse siyaset bugüne kadar ırkçılık ve milliyetçilik gibi meseleler söz konusu olduğunda ezilenlere, mağdurlara ve onların yaşadıklarına odaklandı. Irkçı ve milliyetçi sistem sayesinde ayrıcalık kazananlar, imtiyaz sahibi olanlar hakkında ise pek kafa yoran olmadı. Amerika’daki “Beyazlık Çalışmaları” bu tabloyu değiştirdi ve meseleye yeni bir perspektif getirdi. Beyazlık literatürü sayesinde imtiyaz sahipleri ve onların zihniyeti hakkında bir bilgi birikimi oluştu. Cenk Saraçoğlu da Türkiye’deki Kürt sorununa bu yeni perspektiften bakıyor, Türkiye’nin batısındaki ayrıcalıklı orta sınıfın kendisini ve “öteki”yi nasıl gördüğünü anlatıyor. Bu da Saraçoğlu’nun çalışmasını değerli kılıyor.