Son yıllarda, kendi deyişiyle “siyasi bir cisme” dönüşen Perihan Mağden, çok severek ve kendisini kaptırarak yaptığı köşe yazarlığı işini bırakıp nihayet edebiyat dünyasına döndü ve yeni kitabı Yıldız Yaralanması’nı yayınladı.

Yıldız Yaralanması, “annanesinin” evinden kaçan ve tüm ülkenin delicesine hayran olduğu süper star Yıldız’ın Şile civarındaki uçsuz bucaksız bir arazide kurulmuş malikanesine gizlice yerleşen yeniyetme bir kızın, Sun’un hikayesini anlatıyor.

Mağden’in romanlarından aşina olduğumuz bir karakter Sun: evde tıkılı kalmış, çok yalnız, neredeyse kimsesiz ve kendisini içinde bulunduğu berbat dünyadan çekip çıkaracak benzersiz BİR’ini arayan genç bir kız. Evini terkedebilecek kadar gözü kara, ama sırtında çocukluktan kalma Hello Kitty çantasıyla gezecek kadar naif. Sun, tıpkı İki Genç Kızın Romanı’nda ‘Kurtulacaksın Hissim’in peşine düşen Behiye gibi, gözlerini kamaştıran Yıldız’ına ulaşmaya, onun dünyasına dahil olmaya çalışıyor. Ve nasıl Handan’a rastlayınca “inanılmaz bir sevinç ruhunu istila ediyorsa” Behiye’nin, Yıldız’la yakınlaşmaya başlayınca, Sun da tamamlandığını, “bütün parçaların bir araya geldiğini, sakatken, eksikliyken kurtulmuş, tam olmuş, tamam olmuş” olduğunu hissediyor.

Dünyayla bağları kesilmiş veya toplum tarafından ötelenmiş iki insanın mıknatıs gibi birbirine çekildiği; hem yoğunluğu, hem de tahribat gücü çok yüksek olan ilişkiler Perihan Mağden’in esas konusu. Mağden’in kitapları bu tür ilişkiler hakkında yazılmış birer meditasyon sanki. İki genç kızın arkadaşlığını, yetimhaneden çıkma iki erkeğin aşkını, sürekli kaçarak kendilerine bir hayat inşa etmeye çalışan anne kızın öyküsünü anlatan kitaplar, bir yandan yüksek dozda aidiyet hissi veren, öte yandan da korkunç derecede hırpalayıcı olan iki kişilik dünyaların anatomisini inceleyen anlatılar aslında. Bu ilişkilerin en önemli taraflarından biri ölçüsüz olmaları, sevgide, şiddette, ve bağlılıkta aşırıya kaçmaları, diğeri ise ölçüsüzlükleriye geleneksel ilişki kalıplarını sarsıntıya uğratmaları. Gerçekten de, heteronormatif ufkun sınırlarına sığmayan, daha da önemlisi heteronormatif kurguyu sarsıntıya uğratan ilişkiler bunlar. Mağden’in kitaplarındaki karakterler öylesine yoğun bir aşkla bağlanıyorlar ki birbirine, sevgiyi ve aşkı, birbirlerini tamamladıkları düşünülen kadın ve erkeğin tekelinden çıkarıyor, kendilerine malediyorlar. Öte yandan, öylesine tutkulu, bağımlı ve yaralayıcı ilişkiler kuruyorlar ki birbirleriyle, sevginin ve aşkın, saf ve güven verici tarafları kadar, karanlık, yalıtan, kapatan, bağımlılığı besleyen ve olgunlaşmayı baltalayan taraflarını da açığa çıkartıyorlar.

Mağden, Yıldız Yaralanması’nda yine bu ilişkiler üzerine kafa yoruyor. Önceki romanlarında yaraları bıçakla deşer gibi yazardı Perihan Mağden, bu sefer daha farklı, yazdığı hikayeye karşı mesafesi artmış Mağden’in, anlatısının duygusal yoğunluğu seyrelmiş. Öte yandan da, hikayenin anlamsal katmanlarını derinleştirmek ve daha önce söylenmemiş gerçekten özgün bir şeyi söylemek için anlatıyı etraflıca düşünerek inşa etmiş. Hikaye ilerledikçe birbirine paralel iki evren ortaya çıkıyor Yıldız Yaralanması’nda: biri, içinde şöhretlerin ve hayranların olduğu Yıldız gezegeni, öteki ise anneler ve kızlarından ibaret bir gezegen. Bu iki paralel gezegen roman boyunca git gide daha fazla kesişiyor ve bir noktadan sonra birbirlerini tarif eden iki evren haline geliyorlar. Bu paralel evrenlerde, gerçek ilüzyona, bağlılık terkedilme korkusuna, yakınlık şiddete, parıltı karanlığa son derece hızlı bir biçimde dönüşüyor, anneler ile kızları, yıldızlar ve hayranları arasındaki sınırlar silikleşiyor. Her şey ama her şey kadınlar arasında geçiyor. Kadınlar, benzer kuralların geçerli olduğu farklı yıldız sistemlerinin parçaları olarak yaşıyorlar. Bu yüzden, Yıldız Yaralanması’nın kadınları isimlerini ışıklı gök cisimlerinden almışlar: Yıldız, Belkıs, Sitare, Güneş, Sun ve Seher. Hepsinin kaderi isimlerinde saklı, hepsi bir takım kadınların uydusu oluyorlar, onların yörüngesine giriyorlar ve hepsine mutlaka bir yıldız çarpıyor. En çok da anneleri.

“Her sanatçı yalnızca bir tane soruna odaklanabilir, ben de annemle olan ilişkime takıntılıyım.” diyor Perihan Mağden. Kuzey Amerika’nın belki de en iyi yazarı olan ve hem okurlar hem de yazarlar tarafından çok sevilen Alice Munro da anne kız arasındaki ilişkinin bir kadının hayatındaki en çetrefilli mesele olduğunu söyler. Ottawa Vadisi adlı öyküsünde şöyle yazmış Munro: “Mesele, tek mesele, annem. Ve erişmeye çalıştığım tek şey tabii ki de o: bu seyahat ona ulaşmak için üstlenildi. Hangi amaçla? Onun sınırlarını çizmek, onu tarif etmek, ona ışık tutmak, onu kutlamak, ondan kurtulmak amacıyla; ve işe yaramadı, çünkü her zaman olduğu gibi o çok yakında bir yerde beliriyor. Her zaman olduğu gibi çok ağır, her şeyi ezip geçiyor, ve fakat muğlak, köşeleri eriyor, akıp gidiyor.”

Yıldız Yaralanması’nın yeniyetmesi Sun da evden kaçtıktan ve hayranı olduğu Yıldız’la yakınlaşmaya başladıktan sonra erişmeye çalıştığı şeyin ve asıl meselesinin annesiyle ilgili olduğunun farkına varıyor. Bu noktada, Perihan Mağden romanlarında daha önce hiç rastlanmayan bir şey oluyor: bir pusula beliriyor, Suna’ya yönünü bulmasına yardım edecek bir pusula. Mağden’in önceki romanlarında karakterler kırılganlıkla saldırganlık arasında yalpalar, korku içinde yaşar, hisleri tarafından ele geçirilir ve yaprak gibi savrulup dururlardı. Yaşadıkları sarsıcı ilişkilerden kafalarını kaldırıp ne halde olduklarına bir türlü bakamazlardı. Sun’un ise bir kılavuzu var, Hélène Cixous’nun dişil yazın teziyle ortaya attığı türden bir kılavuz bu: bedenin ve bilinçdışının güçleriyle biçimlenen bir rehber. Sun, malikanenin sevecen aşçısının enfes yemekleriyle huzur buluyor, suböreğinin kokusuyla, domatesli pilavın tadıyla canlanıyor, neşesine kavuşuyor. Bir de rüyaları var, ilk başta saçma bulduğu, anlam veremediği rüyaları, daha doğrusu kabusları. Zamanla rüyalarının gerçekliğini kabul ediyor Sun, kabuslarına kulak verdikçe onu ağırlığıyla ezip geçen şeyin, erişmeye çalıştığı şeyin esasında ne olduğunu fark ediyor. Ve işte o zaman bir karar veriyor, hayatına yeni bir yön verecek bir karar.

Alice Munro bedeninde taşıdığı acı bir sevgi yumrusundan sıkça bahseder öykülerinde. Annesine karşı hissettiği şeydir bu aslında. 1940’lı yıllarda Kanada kırsalında yaşayan bir ailenin en büyük kızı olarak yetişen Munro, annesi Parkinson hastalığına yakalandığında, adetlerin ve geleneklerin kendisinden beklediğini yapmamış, yani annesinin bakımını üstlenmemiş, ve aile evinden ayrılıp kendine başka bir hayat kurmak için önce Ontario’ya sonra da Vancouver’e gitmiş. Ne kadar uzaklaşmaya çalışsa da, ki epeyce katı yürekli olduğunu belirtmiştir bu konuda, annesine dair hissettiği suçluluk duygusu, kızgınlık ve pişmanlık yakasını bırakmamış, içindeki acı sevgi yumrusu kalbini sıkıştırmış, anne kız ilişkisinin can yakan dinamikleri de öykülerinin çoğuna yansımıştır. Mağden de, tıpkı Munro gibi, içinde her daim bir yara taşımanın, hem mutlak hem de muğlak olan bir anne figürünün etkisi altında yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlatıyor son kitabında.

Bugüne dek yaralarının altında ezilen, onların ağırlığını taşıyamayan karakterler hakkında yazan Mağden, ilk defa yönünü el yordamıyla da olsa bulabilen, yani olgunlaşmaya başlayan bir karakteri anlatıyor. Bundan sonraki romanlarında belki daha da ileri gidecek Mağden ve bize yaralarına cesaretle bakabilen, annesinin eseri olma korkusundan sıyrılmış, kendisini bilen ve olgunlaşmış 50’lili yaşlarındaki bir kadının hikayesini anlatacak. O zamana kadar biz de erkeklerden alamadığımız gözlerimizi kadın arkadaşlarımıza ve annelerimize çevirip onlarla kurduğumuz ilişkiler hakkında dürüstçe düşünmeye çalışabiliriz, belki.

Yıldız Yaralanması / Perihan Mağden >>>