Bundan yıllar yıllar önce 2000’li yılların ortasında günlerden bir gün Bülent Erkmen’in kapısını çaldım. “Bir mimarlık kitabı yazmak istiyorum” dedim. “Bir evin adım adım büyümesi, buna paralel olarak bir evliliğin adım adım çökmesi üzerine bir kurgum var” diye ekledim. İtiraf edeyim, hayatımın hayli karışık bir dönemindeydim ve gerçekten de içinde ‘ev’ geçen iki ayrı strüktürel yapı ile başım dertteydi. Bir yanda sıfırdan adım adım bir evin yapılmasının maddi sıkıntıları üzerime geliyordu. Diğer yanda ise çöken bir ‘ilk’ evliliğin manevi karabasanları omuzlarıma çöreklenmişti. Hayat pek de benim hayallerimdeki gibi seyretmiyordu. Bülent Erkmen’e bunu danışırken en büyük korkum, böylesine ‘mahrem’ bir konunun kitabın sayfalarına girip girmemesinin ikilemiydi. Erkmen her zamanki gibi önce beni dinledi, sonra “Bence yazmalısın, yaratıcı insanlar biraz da özel hayatlarından beslenirler” dedi. “Mesela Orhan Pamuk’un yazdığı romanların geneline bakarsan aslında Orhan’ın kardeşi, ailesi ve çevresi ile kurduğu ilişkilere dair pek çok mahrem ayrıntıyı görebilirsin” gibi bir de örnek verdi. Evet, bazen insan başkalarının okuduğu kitapları, yazıları, sözleri kendisi için yazar ya da söyler. Yazmak iyileştiricidir. O kitabı hiçbir zaman yazma cesaretini ve gücünü bulamadım. 

Bizim yazarlık evrenimiz ne yazık ki bir süre öncesine kadar stand-up gazeteciliği denilen arsız bir mahremiyet teşhirine dönüştürülmüştü. Böylesine bir ortamda kişisel şeylerden bahsetmek bana hep ayıp geldi. Yine de zaman zaman kendime, ilişkilerime ya da aileme dair birkaç kelimeyi bu tür satırların arasına sıkıştırma cesareti buldum. Gelin görün ki kolay değil. Köşenin hemen arkasında, ellerinde sopalarıyla yere düşmemizi bekleyen bir ‘meslektaş’ güruhu pusu kurmuş bekliyor.
Başkaları nasıl yaşıyor bilmiyorum, Türkiye’deki büyük değişimleri biz gazetecilerin çok ciddi sarsıntılar ile yaşadığını görüyorum. Gazetecilik ateşten gömlek, işin ucunda öldürülmek de var, hapse düşmek de; ancak bütün hesaplaşmaların böylesine kanlı olması da gerekmiyor. Safların sürekli değiştiği, arkadaş gruplarının birbirlerinin en mahrem bilgilerini birkaç yıl içinde aleyhte belaltı malzeme olarak kullanabildiği çok vahşi bir atmosferden bahsediyorum. Böylesine nefret tarlalarında yaşarken incinmemek, incinirken büyümemek, büyürken yalnızlaşmamak elde değil. Acı, tatsız, mutsuz ve içinde nefretler yaratıp o nefretlerle beslenen insanlardan biri olmak hiç de zor değil. Bırakın zor olmayı, olmamak neredeyse mümkün değil gibi... Ah şu büyüklerin kırıcı ve kırgın dünyası! 

Korkuyoruz. İnsanlığımızdan, yeni insanları tanımaktan, yeni insanların bizi yanlış tanımalarından, eski dostlarımız kadar kırmasından... Nefret tarlaları güvensizlik başaklarını yeşertiyor. Her güvensizlik, bizleri, gazı kaçmış gazozlar gibi ha bire ülke meselelerinden bahseden, tatsız tuzsuz, vizyonsuz insanlara döndürüyor. Kendimizle giremediğimiz hesaplaşmaları başkalarından çıkartmanın kolayına kaçıyoruz. Kaç Forest kaç! 

Roma’da şehrin ortasından merdivenlerle çıktığınız tepenin ucunda bir kilise vardır. Kilisenin içinde birkaç mezar taşı görürsünüz. Rahibelerden birinin mezar taşında İtalyanca “İçimde büyük şeyler başardım” yazar. Belki de asıl mesele tam olarak bu. Etrafımızda servete, şöhrete, güce doymayan insanlara bakın, hemen hepsinin içindeki başarısızlık hikâyelerine tanıklık edeceksiniz. Çocukluk kırgınlıkları, aile içi sırlar ve insana dair daha bir sürü şey... Muhtemelen çoğu içlerindeki yenilgileri sizlere göstermek yerine kirpi gibi kibirlenecek. Hatta sizi alelacele kendilerinden uzaklaştıracak, canınızı acıtacak alaycı sözler bulacak, kendilerini sizden özenle saklayacaklar. Saklambaç oyununda saklanan çocukların masumiyeti gibi... Gözlerini kapadığı an başkalarının da onu göremeyeceğini düşünen çocuklardan bahsediyorum.
Hiçbirimiz aynı kalmıyoruz. Zaman her birimize bir şeyler getirip bir şeyler götürüyor. Arkadaşlıklar, ilişkiler, hatta akrabalıklar bile bu gelenlerle gidenler arasında kalanlardan oluşuyor. Ortada sadece toz duman kaldıysa bir rüzgârda, püfff! 

Yine yıllar önce İstanbul Festivali’ne gelen Varyag Erkekler Korosu adında bir belgesel film seyretmiştim. 90’ların sonunda Küba’da geçen Buena Vista Social Club adlı filmden esinlenmiş Kuzey ülkelerindeki sıkıcı bir erkekler korosunun hikâyesi anlatılıyordu. Çoğu işsizler, alkoliklerden oluşan koronun üyeleri ile söyleşilerden oluşan bir filmdi. 70’li yaşlarında hayatta her şeyini kaybetmiş alkolik bir adamla yapılan ilginç bir söyleşi aklımda kalmış. Adam bir yaşadığı hayata, bir de kameraya bakıp “Artık kendimi büyüdüğüme inandırmanın ve benim hayat filmimin başlamış olduğunu anlamanın zamanı geldi sanırım” diyordu. Öylece bakıyorduk bu sözlerin asılı kaldığı beyazperdeye... 

Dün gece saatler bir saat ileri alındı ya, fırsat bu fırsat yazayım dedim bu satırları. Hayatla baş edemeyeceklerini düşünüp hem kendi hem de başkalarının hayatlarını zehirleyenlere tek bir şey demek isterim bu güzel bahar gününde: “Korkma!”