Henüz güneş doğmadı ama alacakaranlık da gitmeye hazırlanıyor. Uzaklardan birkaç arabanın mahmur telaşının sesi gelmeye başladı. Büyükşehirler bu araba seslerinin çoğaldığı bir uğultuyla uyanırlar ya, İstanbul da öyle, yavaş yavaş yükselen bu uğultuyla uyanıyor. Ben bir Ankaralıyım. 21 yaşıma kadar İstanbul’a sadece bir kez gelmiştim. Kuleli sınavlarına girip çuvalladığımda henüz hayatta kaybedip çok üzüldüğümüz şeylere günün birinde tam tersi kaybettiğimiz için çok sevinebileceğimizi bilmediğim bir yaştaydım. Derken üniversite yıllarında 32. Gün programında çalışmaya başladım. Yaptığım işlerden biri Ankara’dan uçağa binip 32. Gün bandını İstanbul’a getirmek, iç hatlardan dış hatlara geçip Fransa’ya (O zamanlar Show TV’nin merkezi oradaydı) giden uçağın kontuarı önünde gözüme kestirdiğim bir yolcuyu ikna edip eline kaseti tutuşturabilmekti. Sonra ilk uçakla hayatın bize bir koza gibi sunduğu Ankaramıza, yani mahalle, okul, iş arkadaşlarımın, sevgilimin olduğu şehre hevesle geri dönüyordum. Gel zaman git zaman bir süre sonra neredeyse her hafta birkaç kez haber veya yayın vesilesi ile İstanbul’a gidip gelmeye başladım. Günün birinde 32. Gün ekibi olarak İstanbul’a taşınmaya karar verdik. İstanbul’da ilk bulduğum evin Yeşilyurt’ta olmasının tek sebebi Ankara’ya benziyor olmasıydı.

İki bavulla İstanbul’a

Doğup büyüdüğüm çocukluğunu bildiğim mahalle arkadaşlarımla okulda her türlü fırlamalığı yaptığım, beraber büyüdüğümüz okul arkadaşlarıyla ve sokaklarını kafamın içindeki bir navigasyon cihazı gibi adım adım arşınlayarak ezber tuttuğum şehirle ipleri attım. Yalnızlık gemisinin hem kaptanı hem miçosu olarak 1994 yılının tam da bu aylarında dımdızlak İstanbul’daydım.

Yeni bir şehrin insana en çok koyan tarafı yalnızlığı oluyor sanırım. İstanbul 90’ların ortasında genç bir televizyoncu için fırsatların ve tuzakların olduğu bir şehirdi. Ankara bozkırının kurak hayal coğrafyasında ancak rüyalarımızda görebileceğimiz büyük bir karmaşanın, şaşaanın ve rezaletin ortasına düştüm. Sanki önümde şöhret, para ve içinde daha akla hayale sığmayacak ‘şey’leri kaplayan bir nehir akıyordu ve ben durup o nehre girsem mi girmesem mi diye tereddüt, korku ve biraz da bilinmezliğin heyecanıyla bakıyordum.

O nehre hiç girmedim.

Sabırla ben İstanbul’a, İstanbul bana sarılıp sarmalamaya başladı. Müthiş keyifli bir 18 yıl kol kola böyle geçti. Kanlıca’da şehrin ortasında izole bir taşra hayatını da yaşadım, Cihangir’de bohem dünyaların içinde ayın şavkının Boğaz’ın siluetine paldır küldür düşmesini de şaşkınlıkla seyrettim. Emek ve zaman harcayıp yeni dostlar, arkadaşlar edindim. Geride bıraktıklarımın yerine daha güçlü, daha sağlam, daha vefakâr dostlar koymayı başardım.

Aşkı da gördüm ihaneti de...

An geldi “İstanbul, beni yenemeyeceksin” diye hınzırca naralandım, an geldi gözyaşlarımı olmayan kaldırım taşlarına akıttım.

Bir şehri sevmek zor.

Daha zor olanı ise sevdiğiniz bir şehirden ayrılmak.

Tanıdığınız sokakların konforunu, bildiğiniz insanların yanındaki güveni, hele konu İstanbul olunca Sarayburnu’nun o mis gibi kokusunu, Boğaz’ın herhangi bir noktasında durup “Ne kadar büyülü bir şehir” diye içinizden geçirdiğiniz o anları geride bırakmak inanın kolay değil.
Siz bu satırları okurken ben yine elimde iki bavul ve cebime sıkıştırdığım yalnızlıklarla yeni bir şehre doğru yola çıkmış olacağım. Ama bu sefer bir farkla: Yanımda elinden tutup omzuna güvenle yaslanabileceğim bir kadın ve kucağımda her ‘bip bip’ dediğimizde şen kahkahalar patlatan 5 aylık bir erkek çocuğu ile.

Biliyorum ki yeni şehirler insanı tazeliyor. Yeni insanlarla tanışmak, gidilen şehrin bilinmedik kokularını yakalamak ama en önemlisi geride bıraktığınız şehre biraz da uzaktan bakmak -bir süreliğine de- olsa insanın ruhuna iyi geliyor. Hele bunu bizim gibi iletişim kanalları açık gazeteciler yapıyorsa aslında gittiğimiz her yere sizleri de beraberinde götürüyor.

Anlayacağınız, ‘Atlayın Lodra’ya gidiyoruz.’

Bu yıl 5n1k programını CNNTürk’ün Londra stüdyolarından sunacağım, Radikal’deki yazılarımı -eğer bir terslik olmazsa- Londra merkezli bu yeni hayatımdan yazmaya çalışacağım. Teknoloji artık sadece ulaşımdaki mesafeleri değil, farklı hayatlar arasındaki zaman, mekân ve bilgi akışını da oldukça kısalttı. İnanın siz neredeyseniz dünyanın merkezi de orası. Hay Bin Nasrettin Hoca! Yeni hikâyelerin peşine aynı heyecanla düşmek için bazen tıpkı Teoman’ın yıllardır mırıldanmaktan yorulmadığım şarkısında olduğu gibi, ‘Bir şehri tam kalbinden, beyninden vurup gitmek’ gerekiyor.

Tanıdık bir şehir çok uzaklardan çağırıyor, “Gelirsen severim” diyor...

Bakalım.

Dipnot: 1) Yolculuk telaşı nedeniyle senelik iznimin bir haftasını kullanmak için yazılarıma bir hafta ara veriyorum.

Dipnot: 2) Dün Taraf gazetesinde benimle yapılan uzun bir röportaj kısaltılarak yayımlandı. Bu röportajda Taha Akyol’a atfettiğim sözler üzerine Sayın Akyol aradı ve “Ben öyle bir şey söylemedim” dedi. Sanırım telefondaki bir sohbeti benim algılamamda ve aktarmamda hata oluştu. Düzeltirim.