Libya’da ABD Büyükelçisi’nin hayatına mal olan filmi izlediniz mi?

Tamamını izlemek mümkün değil ancak bir kısmını izlediğinizde bile kimin daha cahil olduğuna karar vermekte zorlanıyorsunuz. Acaba bu filmi California’da ‘chrome key’ denilen bir teknikle berbat Los Angeles’lı oyuncularla çeken yönetmen mi, yoksa bu 3. sınıf bile olamayacak filmi ciddiye alıp ABD Konsolosluğunu basan radikal dinci mi? Bu berbat filmi aslında uzun uzun anlatmalıyız. Anlatmalıyız ki inançlı Müslümanlar bu tür uyduruk şeylerden yola çıkıp başka insanları öldürmeye kalkmasınlar.

Sanırım bu trajedinin en masum kişisi 3 dil bildiği halde bu kara cehalete kurban giden ABD Büyükelçisi oldu. Cehalet California sahillerinden Bingazi’ye internetin hızıyla öyle bir yayıldı ki hiç kimse “Yahu durun, bu saçmalığı ciddiye almayalım” demeye bile fırsat bulamadı. Alın size medyayı susturmanın zararlarından biri daha. Bazen bir şeyin şüyuu vukuundan beter olabiliyor.

Beni asıl şaşırtan ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın masum sitemi oldu. “Bizim özgürleştirdiğimiz bir ülkede bize bu yapılır mı?” gibi bir şeyler söylüyordu. Zaten asıl film tam da bu cümlede, şu ‘özgürleştirme’ meselesinde yatıyor. En son Irak’ı özgürleştirmişlerdi, farkındaysanız bedeli bir milyon ölüm oldu. Libya’nın özgürleştirilmesini Kaddafi’yi yakalayıp affedersiniz k.na çubuk sokarak yaptıkları görüntüleri Batı basını günlerce ekranda tutarken hiçbir sakınca görmemişti. Dün ekranlarda Büyükelçi’nin benzer insanlarca yerlerde sürüklenen görüntüsü vardı. Kaddafi’yi öldürenlerle ABD Büyükelçisi’ni öldürenler emin olun ufak tefek görüş farklılıkları olsa da aynı kişilerdi.
Libya’yı konuşmamız ve bu görüntüler üzerine iyi düşünmemiz gerekiyor zira şu aralar bildiğiniz gibi benzer kişilerle Suriye’yi özgürleştirmeye çalışıyoruz. Seçimler öncesi Libya açıklarına yaklaşan ABD savaş gemilerinin dağa taşa Tomhawk’ları sallayacağını söylemek için çok büyük bir siyasi analist olmaya gerek yok. Yarın bir gün Özgür Suriye Ordusu’ndaki kimi özgürlük savaşçılarının başımıza neler açacağını öngörmek için de...

Aysel Tuğluk’un çakma çantası
Kürt sorununu BDP’li Aysel Tuğluk’un çakma çantasını teşhir edip, Ertuğrul Kürkçü’nün sevgilisiyle çekilmiş tatil fotoğraflarını servis ederek çözmeyi hesap eden bir devlet stratejisini sanırım biraz olsun tartışmalıyız. Madem böyle bir yol bellendi ve çatır çatır uygulanıyor gelin bu iki yöntemle Kürt meselesinin çözülüp çözülemeyeceğini tartışalım.

Son zamanlarda BDP’li milletvekilleri ile ilgili servis edilen haberlere baktığımızda devletin her BDP milletvekilinin peşine birkaç adam taktığını ve köşe bucak tepeden tırnağa süzerek takip ettirdiğini söyleyebiliriz. Üstelik bu takiplerden elde edilen ‘malzeme’ itina ile basın kuruluşlarına servis ediliyor. İstihbarat dünyasında buna kısaca ‘psikolojik harp’ deniliyor. Amaç bu milletvekillerini itibarsızlaştırmak.

Peki bu itibarsızlaştırma kampanyası Kürt sorununu çözer mi? En azından bu iki örnek vasıtasıyla çözülemeyeceği kesinleşti! BDP’li milletvekilleri bırakın bunlardan etkilenmeyi tam tersi vurdumduymaz bir hava takınarak tüm bu operasyonu kendi lehlerine döndürüyorlar. Mesela Ertuğrul Kürkçü kendisinin sevgilisi ile görüntülerine “Hür doğdum hür yaşarım” diye cevabı yapıştırıyor.

Aysel Tuğluk’un çakma çantasını servis eden görevlilerin ise sanırım beyaz Türk kadının çakma çanta ile imtihanından haberi yok. Her biri 4-5 bin dolar değerindeki bu çantaları kadınlarımız Türkiye’nin muhtelif yerlerine açılmış ‘gizli’ dükkânlardan tedarik etmekte en küçük bir vicdan azabı duymuyorlar. ‘Gizli’ derken hemen aklınıza örgüt mörgüt gelmesin. Kapalıçarşı’ya gidip herhangi birini çevirip “Çakma çanta satan dükkânlar neredeydi” diye sorarsanız size tarif edeceklerdir.

Anlayacağınız en azından bu iki yöntemle BDP’li milletvekillerini itibarsızlaştırıp, bel altı vurarak Kürt sorunu yine çözülmeyecek.

Hay Allah!

Lüks otel odası mı ev mi?
Bir süredir ilginç bir tartışmanın ortasındayım. Bir arkadaşım mimar bir başka arkadaşımdan kendisine bir yazlık ev yapmasını istiyor. Mimar arkadaşım ise böyle bir ev yaptıracağına o parayı bankada tutmasını ve gelecek faizi ile en lüks otellerde krallar gibi tatilini geçirebileceğine onu ikna etmeye çabalıyor. Ben ise dünyanın en lüks otelinde kalsanız bile bir evin yerini tutup tutamayacağından bir türlü emin olamıyorum.
Sahi yaşadığımız ve adını ‘ev’ olarak bellediğimiz mekânlar ile sadece konuk olarak bulunduğumuz otel odalarını farklı kılan nedir? Bir ev için gösterdiğimiz emek olabilir mi? Ya da o evin içinde yaşanan onca anının ortak bellekte birleşmesi ve bu belleğin paha biçilmez bir değerde olması? Dünyanın en lüks otel odasına gidin yine de bir misafir ve yabancısınızdır. Oysa bir eve sahip olmak sadece mülkiyet ile ilgili bir durum değildir. Herkesin evi kendini emniyette hissettiği bir yuvadır. Banka hesabınız ne kadar kabarık olursa olsun size bir yuvanın sıcaklığını veremez.

Bu yüzden herkesin evi ayrı bir dünyadır. Ayrı bir kokusu, sesi, dili vardır. Ya bankada duran paranın.

Ne dersiniz?