Bir insanın kendi hikâyesini yazması ile başka bir insanın onun hikâyesini yazması arasındaki farkı sanırım ‘dürüstlük’ oluşturuyor. Bu yüzden anılar her zaman biraz daha kendine torpilli, biraz daha ‘bencil’, biraz daha ‘iç hesaplaşmaların’ dışavurumu olarak yazılıp yayımlanıyor. Biyografiler ise insanın hayatında bütün bu yaşananların nasıl olduğu kadar, dışarıdan nasıl algıladığına odaklanıyor. Bundan bir süre önce hayatını kaybeden Steve Jobs, ölümünden önce belki de bu yüzden anılarını yazmak yerine ünlü biyografi yazarı Walter Isacson’ın kapısını çalıp biyografisini yazması için ısrar etmişti.

Nitekim Steve Jobs’un ölümünden sonra yayımlanan biyografi kitabını okuduğunuzda Jobs’un tam da kendi kendine karşı dürüst olamama kaygısıyla bu yola başvurduğunu öğreniyorduk. Bu biyografiyi okurken karşımızda tüm meziyetleriyle olduğu kadar, berbat yönleri ile de bir adamın hikâyesi duruyordu. Dürüst bir hikâye.

1989 yılında İran devrim lideri Humeyni’nin bir fetvası ile dünyaca ünlü bir edebiyatçıya dönüşen Salman Rüşdi’nin son kitabı Joseph Anton yayımlanınca nedense Steve Jobs’un bu biyografisi geldi aklıma. Üçüncü tekil şahıs üzerine kendi kendini anlattığı bu anı-roman şu aralar Avrupa basınının manşetlerini süslüyor. “Neden anılarımızı yaşarken yazmamalıyız” üzerine bir tez çalışmasına konu olacak kadar tartışmalı bir kitap ile karşı karşıyayız.

Cesur bir yazarın kendilerini övmelere ve eski eşleri dahil etrafındaki bütün insanları yerden yere vurmalara doyamadığı üslubu okuyan herkesin ağzında acımtırak bir tat bırakıyor.

Salman Rüşdi’nin bir ölüm fetvasının gölgelediği yaşam hikâyesinden bir ‘celebrity’ yani şöhret öyküsü çıkardığını görünce şaşırıyorsunuz. Etrafındaki İngiliz korumalar eşliğinde Salman Rüşdi’nin akmadığı parti, tanışmadığı ünlü kalmıyor. Neresinden baksanız ilginç bir dilemma...

Salman Rüşdi’ye partiler, Turan Dursun’a kurşunlar
Kitabı yazarken kuşkusuz Salman Rüşdi sonucunun böyle olacağını düşünmemişti. Bilgi ve kendine güven, yaratıcılıkla birleşince pek çok ‘entelektüel’ için kibir bir zehre dönüşebiliyor.

Salman Rüşdi’nin kitabı ile ilgili eleştirileri okurken aklıma başına bir kurşun sıkılıp öldürülen Turan Dursun geldi. Turan Dursun bizim üniversite yıllarına denk gelen bir aralıkta İslam dünyasını içeriden bir bakış ile eleştirmeye kalkmış ve bedelini sokak ortasında kafasına sıkılan bir kurşunla ödemişti.

Salman Rüşdi ise hakkındaki fetvayı pazarlayarak, büyüterek ve kemikleşmiş bir İslam düşmanlığını genelleyip şaşaalı partilerin vazgeçilmez davetlisi olarak keyfini sürüyor.

Joseph Anton, İngiliz ajanların Salman Rüşdi için kullandıkları kısaltmaymış. Joseph Conrad ve Anton Çehov’un birleştirilmesinden oluşuyor. Kabul edelim ki bu bile Doğu oryantalizminin, Batı edebiyat dünyasına transfer bir James Bond filminin parçası gibi. Mağduriyet pazarlaması üzerine bir film çekilirse dört dörtlük bir hikâye! Becerikli Bay Ripley filminde Bay Ripley kendinden ne kadar gurur duyabilirse Salman Rüşdi de anlattığı bu hayat hikâyesinden o kadar gurur duyabilir.

Rüşdi’nin Türkiyesi’nde Uğur Mumcu ve Aziz Nesin
Sadece Salman Rüşdi’nin Türk yazarlarla ilişkisine bile baktığınızda İslam dünyasını anlama ve kavrama konusundaki önyargılarını görebiliyorsunuz.

Mesela Rüşdi, Uğur Mumcu’nun radikal dinciler tarafından öldürüldüğünden emin. Üstelik bu faili meçhul cinayeti kendi mağduriyetini güçlendirmek için kullanmaktan bakın nasıl geri kalmıyor: “Şeytan Ayetleri’ne karşı yapılan protestolar Türkiye de dahil olmak üzere tüm dünyada sürüyordu. Cambridge’te King’s College Şapeli’nde de verdiği vaazında Tanrı’nın evinde laik erdem üzerine konuşuyor ve aynı davanın kavgasını verenlerden biri olarak Mısırlı Farag Fauda ve Türkiye’nin en ünlü gazetecilerinden Uğur Mumcu’nun arabasına koyulan bir bomba ile suikasta kurban gittiğini anlatıyordu. Sofuların insafsızlığı onların erdem iddiasını çürütmüştür. Kings Chapel belki de dinin en güzel yüzünü temsil ederken, fetva ise en kötü yüzünü temsil ediyor. Fetvanın kendisi modern şeytan ayetinin ta kendisi olarak görülebilir. Fetva ile bir kere daha kötülük, erdem kisvesi altında inançlıyı kandırmıştır.”

Sanırım Joseph Anton’un en can alıcı yerlerinden biri de Salman Rüşdi’nin Aziz Nesin ile çetrefilli hikâyesi. Aziz Nesin’i, Şeytan Ayetleri romanının korsan baskısını Aydınlık dergisinde yapmakla suçluyor. Bir yandan da bu inatçı adam ile barışmak için elinden geleni yapıyor. Araya Alman yazarlardan Murat Belge’ye kadar girmeyen kişi kalmıyor. Salman Rüşdi’nin en büyük hayal kırıklığı ise Türkiye’deki laik çevreden kaynaklanıyor. İsterseniz Rüşdi’ye kulak verelim: “En acı olanı da, kendisi de sıkı bir laik olduğundan Türk laiklerinden daha iyi bir muamele beklemesiydi. Laiklerin aralarında bir çatışma sadece laik karşıtlarını sevindirir. Bu düşmanlar çok yakında Aydınlık gazetesine aşırı bir şiddet ile tepki gösterdiler.”

Salman Rüşdi’nin nasıl bir dost-düşman ayrımında olduğunu bu satırlardan daha iyi bir şey özetleyemezdi sanırım.

Canım benim, kıyamam!