Ayşe Çavdar’ın Profesör Nilüfer Göle ile yaptığı nehir söyleşi geçtiğimiz günlerde Hayy Kitap’tan çıktı. Mahremin Göçü başlığını taşıyan kitapta Göle, Türkiye’deki düşünce gelenekleri ile ilgili önemli bir tespit yapıyor. Türkiye’de eleştirel düşünce ile karşıt kültür arasında büyük bir kopukluk olduğunu, sol hareketin bu yüzden ahlakçı bir tutuma hapsolduğunu belirtiyor.

Türkiye'de eleştirel düşünce ile karşıt kültür arasındaki büyük uçurumun çok daha ciddi sorunlara sebep olduğunu düşünüyorum. Eleştirel düşüncenin karşıt kültürle bağının olmaması demek, eleştirel düşüncenin esasen çoğunluk kültürünün bir parçası olması demek. Eleştirel düşünce çoğunluğun sahip olduğu değerler sistemi dışında bir şey üretemiyor, çoğunluk kültürüne bir alternatif yaratamıyor demek. Bu da en çok eleştirel düşünceye zarar veriyor; eleştirinin tesiri azalıyor, belki de düşünce artık eleştirel olmaktan çıkıyor.

Türkiye’deki milliyetçilik eleştirisi de bu dertten muzdarip. Milliyetçilik karşıtı fikirler, halkaların kardeşliği gibi idealler veyahut kozmopolitan değerler bu topraklarda bir türlü kıymet kazanmıyor. Milliyetçilik sarsılmaz bir şekilde varlığını sürdüyor, çünkü hiçkimse çoğunluğun kültüründen sapmıyor. En enternasyonalist insanla en milliyetçi insanı aynı yerde buluşturan ortak bir kültür var Türkiye’de: aile. Çoğunluğun kültürü aile yaşantısında vücut buluyor. Türkiye'deki en güçlü ve en kabul gören kurumlardan birisi aile. Aynı zamanda, milliyetçilik ve şovenizm gibi değerlerin yuvalandığı, bu değerlerin gelecek nesillere aktarıldığı belki de en mühim kurum. (Seren Yüce’nin yönettiği Çoğunluk filmi bu konuya odaklanıyor, aile hayatı dediğimiz şeyin asimilasyonun ta kendisi olduğunu anlatıyordu).

Ailenin egemenliği sürdükçe milliyetçiliğin de devam edeceğini söylemek mümkün, zira ikisi de aynı mantık üzerine kurulu. Hem aile hem millet, biz ve onlar arasındaki ayrıma dayanıyor. Ailenin bölünmez bütünlüğü ne kadar önemli ise, milletin bölünmez bütünlüğü de o kadar önemli. Aileyi derleyip toparlayan, birarada tutan şey ev, o yüzden akşamları mutlaka ailecek ev sınırları içersinde olmak gerekiyor. Milleti de birarada tutan ülke toprakları, onun da sınırlarını kollamak gerekiyor. Bizim evimiz dışında cereyan eden olaylar, bizim ülkemiz dışında cereyan eden olaylara benziyor; ikisi de daha az can yakıyor, daha az üzüyor, daha az ilgi çekiyor.

Türkiye’de aile yaşantısına, ev hayatına ve aileye dayalı değerler sistemine karşıt olan bir kültür maalesef yok. Ama aile hayatının karanlık yüzünü anlatan insanlar var. Mesela, Tezer Özlü. Özlü’nün ilk romanı Çocukluğun Soğuk Geceleri’ni okuyanlar, pijamalı aile babalarının, odanın içine aşılmış çamaşırların ve Pazar günlerinin yarattığı kasveti iliklerine kadar hissederler. Özlü, ailenin farklılığa aman vermeyen ve kendisine benzemeyeni un ufak eden bir kurum olduğunu, tam da bu yüzden boğucu ve kasvetli olduğunu anlatır. Milliyetçiliğe karşı mücadele etmek belki de Tezer Özlü gibi yazarların kaleminden çıkanları çok daha ciddiye almayı gerektiyor. Milliyetçiliğin en kolay kök saldığı kurum olan aileye karşı gelen ve aile yaşantısı eleştiren sesler, muhtemelen milliyetçiliğin zayıflamasına da katkıda bulunacaklardır.