Kala kala elimizde hamaset edebiyatı yapmak kalıyor ki onun da üstad-ı âzamları varken bize laf düşmez!


Dün yine 3 şehit cenazesini kaldırdık. Daha önce 13 şehit vardı sonra üç daha gelmişti, sonra bir, derken iki, bir daha… Bu yaz hayatın tadı tuzu yok.
Tatil bahanesiyle mevzuyu teğet geçip geyik muhabbeti yapsan o tabutlar musalla taşındayken neyin geyiğini çevireceksin. Hangi vicdan bunu görmezden gelebilir, kim bu şehit haberlerine sıradan hayatımızın sıkıcı haber başlıkları olarak bakıp geçebilir?
Kala kala elimizde hamaset edebiyatı yapmak kalıyor ki onun da üstad-ı âzamları varken bize laf düşmez!
Peki n’olacak?
Benim son günlerde Öcalan, PKK ve BDP’nin söylemlerinden anladığım barışın gelebilmesi için savaşın yeniden çıkmasını isteyen bir kesimin olduğu. Aslında bu söylem Türk kamuoyuna yabancı değil. 1974 yılındaki Kıbrıs çıkarmasında askerlerimiz ‘ada’ya çıkarken dönemin başbakanı Ecevit’in açıklamasını hatırlayanınız var mı? “Adaya savaş için değil barış için gidiyoruz” demişti. (Gerçi savaş biteli 37 yıl oldu ama barış adaya hiç gelmedi.)
Kürt sorunu sahipsiz, öylece ortada duruyor.
Arada sırada şehit sayısı artınca demeçlerin dozajı artıyor ama o kadar işte. 30 asker bir günde öldürülse Türkiye ayağa kalkar ama 30 asker bir ayda yavaş yavaş öldürülünce hiçbir şey olmuyor. Alıştıra alıştıra şiddetin dozunu arttırıyorlar.
Çok pis bir çarpışma ortamının ortasına doğru yuvarlanmak budur işte.
Diyelim Yüksek Askeri Şûra’da tüm komutanların kadrosu, isimleri yenilendi, müstakbel Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’e soralım “Sizin döneminizde Kürt meselesine askeriyenin yaklaşımında bir şey değişecek mi?” Sıradan bir şirketin CEO’su bile değiştiğinde pek çok şey değişirken bizim ordumuzun tepesi son 20 yıldır aynı ezberden gidiyor. Bu kafayla Koşaner gitse n’olur, Özel gelse n’olur?
E, daha yeni seçimlerden çıktık, yeni bir İçişleri Bakanımız var değil mi? Peki çiçeği burnunda bakanın terörle mücadele konusunda ne dediğini anlayabilenimiz var mı?
Hükümetin ustalık dönemi derseniz Başbakan Erdoğan’ın içine 90’ların Tansu Çiller’i girmiş gibi, çıkart hadi çıkartabilirsen! Hadi ona da tamam diyelim peki ne yapacaksınız, ne zaman yapacaksınız?
Devlet de PKK da kucaklarına oturmuş Kürt meselesinde tıpkı bir zamanlar Orhan Boran’ın ünlü Yuki’si gibi karnından konuşuyor.
Ne dediğini bir tek kendileri anlıyor.
Ses değişse de söylenenler değişmiyor. Bu yaz boyunca düşük yoğunluklu savaş cephesinde akacak kandan başka yeni bir şey yok anlayacağınız.
Analar, ağlamaya hazır mısınız?


Nagehan Alçı’nın “Ramiz İlker bir PKK’lı gibi konuşuyor” sözleri Paşa’yı çileden çıkardı.
Ramiz İlker Paşa canlı yayında kükreyince
Emekli Tuğgeneral Ramiz İlker’in canlı yayında paraladığı son gazeteci Nagehan Alçı olmuş. Paşamız yine her zamanki gibi önce zıvanadan çıkmış, sonra delirmiş. Stüdyoda avaz avaz bağırmaya başlamış. Hatta hızını alamayıp Nagehan Alçı’ya “Kendine gel, PKK’lı sensin lan. Yağcı sensin, yalaka, çalaka gazeteci. Söylediğine dikkat et” gibi alıştığımız veciz sözlerini söylemekte de bir an tereddüt etmemiş. Ramiz İlker’in bu rütbeye kadar nasıl bir emir komuta zincirinde yükseldiğine hayret ettiğim bir programda canlı yayında beraber olduğumuz için paşamızın bu histeri krizinin boyutlarının nereye varabileceğini yakından biliyorum. Hatta o canlı yayında dayak yemekten neredeyse ucu ucuna kurtulmuştum. Paşamız demokrasiden tiksindiğini söyleyip davudi sesiyle bir şiir okumaya başlayınca -ki 30 Ağustos’a denk geliyordu- “Ramiz Bey n’apıyorsunuz, bu yaptığınız program içinde küçük çaplı bir darbe” diye uyarmak zorunda kalmıştım. Ramiz İlker 90’ları (keyifsizce) andığımız şu günlerde tam da o yıllardan fırlayıp televizyon stüdyosuna ışınlanmış bir asker gibi…
Asıyor, kesiyor, bağırıyor hatta elinden gelse karşısındakine ‘orduevlerine girmeyi yasaklayacak’ (hatırlarsanız gazetecilere bir dönem askerlerin verdiği en büyük ceza buydu, bir gazetecinin orduevinde ne işi var anlayan beri gelsin ayrı hikâye). Geçen sefer dayak yemekten kurtulmuştum ama bu yazıdan sonra Sayın Ramiz İlker ile bir araya gelmemeye tahmin edersiniz ki daha çok özen göstereceğim. Malum can tatlı!

Küçük Hanfendü’nün cep telefonu var!
Havaalanının sessiz bekleme salonunda oturan yaklaşık 30 kişi sarışın ‘küçük hanfendü’nün cep telefonu ile yaptığı ‘özel konuşmaları’ dinliyoruz. Önce özel şoförüne talimatlar yağdırıyor. Ardından bir akraba aranıyor. O bitiyor sıra eski bir arkadaşa geliyor. Hatta arada bir faytoncu bile aranıyor. Hepsini küçük hanfendünün (yaşı küçük değil merak etmeyin) bağıra çağıra yaptığı telefon konuşmalarından öğreniyoruz. Uçağa bindiğimizde de durum değişmiyor. Yanlış anlamayın, küçük hanfendünün özel jetinin misafirleri değiliz, tarifeli seferde bilet almış sıradan uçak yolcularıyız.
Bildiğiniz gibi böyle bir şuursuz küçük hanfendü modeli var. Fütursuzca etrafına aldırmadan avaz avaz özel görüşmelerini bizimle paylaşmakta hiçbir sakınca görmeyen bir insan türü!
Restoran, bekleme salonu, hastane fark etmiyor. Her yere bir evin salonu muamelesi.
Uçakta da konuşması devam edince içimden kadının elinden telefonu alıp acil iniş kapısına şöyle bir tekme savurup dışarı fırlatmak geliyor ama aklıma faytoncu geliyor. Sahi zavallı faytoncunun suçu ne!