Murathan Mungan’ın Derya Köroğlu’nun ‘sevgilisi olmadığına’ dair yapmak zorunda kaldığı açıklama sosyal medyada dedikodu ile harmanlanan linç kültürünün nerelere gelebileceği adına çok önemli bir örnek. Sevgili Murathan Mungan ya da Derya Köroğlu’nun değil asıl bu açıklamayı okuyanların daha da önemlisi yaptırtanların utanması gereken bir durumla karşı kaşıyayız. Dedikodu her zaman vardı. Ancak özellikle son yıllarda sosyal medyanın büyümesi ve gelişmesi bir de buna internet haber sitelerinin buralardan üstünkörü beslenmesiyle olay başka bir ‘şey’e dönüştü. Eskiden olsa birileri hakkınızda dedikodu yapar, yalan-yanlış şeyler söyler, sizin ya haberiniz olmaz ya da çok sonradan haberdar olduğunuz için umurunuzda olmazdı. Oysa şimdi sosyal dedikodu öyle bir dalga ki küçük bir söylenti bile bir tsunamiye dönüşebiliyor. Önünde durabilene aşk olsun! Yılların Murathan Mungan’ı bile yıllar önce yazdığı şarkıları ‘aslında’ kime ve ‘neden’ yazdığını anlatmak, açıklamak zorunda kalabiliyor. Bir şair bir müzisyenin heteroseksüelliğine kefil oluyor. Sanırım bu da dünyada bir ilk!

Vurun Şevval Sam’a!
Bu sanal dedikodu ve linç kültürünün son kurbanı Şevval Sam oldu. Van’da yaptığı bir konuşmadan özenle seçilen bir cümle sonrasında hakkında edilmedik laf kalmadı. İddialara göre Şevval Sam başörtüsü için “Benim için bir tekstil parçası” demişti -ki diyebilir, herkes başörtüsünün kutsallığına inanmak zorunda değil- Şevval Sam’a bu cümlesi nedeniyle gece boyu gökkubbenin altında edilmedik hakaret kalmadı. Gelin görün ki sonradan yapılan açıklamalardan anlıyoruz ki meğerse Şevval Sam bu cümleyi koskoca bir konuşmanın içinde kullanmış. Konuşmanın geneline baktığınızda hiç de sosyal medyada ana-avrat düz gidildiği gibi Şevval Sam başörtüsünü değersizleştirmiyor tam tersi başörtüsünün 20 yıl önce serbest bırakılmasını savunuyor. Başörtülü bir üniversiteli gence verdiği cevap sonrasında bir cümle cımbızlanmış ve sosyal medyada kartopu kısa sürede bir çığa dönüşmüş. Hadi gel de anlat bunu anlatabilirsen ertesi gün. Şevval Sam da sabahında bir ‘açıklama’ yapmak zorunda kaldı.
Hepimizin başına sık sık geldiği için biliyorum sosyal medyada var olmak kolay değil. Ya tamamen gözlerinizi kapatıp görmezden geleceksiniz ya da bu tür dedikodulara prim vermeyeceksiniz. Gelin görün ki siz vermeseniz ne olacak işin içinde savcılar da var artık. Fazıl Say’ın bir retweet’i 1.5 yılla yargılanmasına yol açtı. Şevval Sam’ın da başına benzer bir durum gelmezse şaşarım!
Dedikodu kötü bir şeydir. Sanal dünyada yapılanın adı ise dedikodu değil düpedüz karakter cinayeti. Bu itibarsızlaştırma fabrikasında ünlü ünsüz herkes bu kasten ya da yanlış anlama cinayetlerinden birinin kurbanı olacaktır. Bu dedikodu arenasında hemen herkes birbirinin katili...

Neden mimarlık üzerine daha çok yazmalıyız?
Bundan yıllar önce kısa bir süre için Tempo dergisinde köşeyazarlığına soyunmuştum. İlk birkaç hafta oldukça heyecanlı konulara değiniyordum. Mafya, istihbarat dünyası, siyasetin bilinmeyenleri... Hemen herkesin bildiği, gına gelse de her sefer Türk basınının itibar edip heyecanla üzerine atlamaktan kendini alamadığı cafcaflı konular dergi yönetimi tarafından bayağı da ilgi ile karşılanıyordu. Derken bir hafta dekoratörlüğe soyunan ev kadınlarının ve becerikli kimi iç mimarların binalardaki duvarları kaldırmalarının olası bir depremde ölümleri ne kadar arttıracağı üzerine bir yazı yazdım. Tempo’nun o dönem ‘vizyon sahibi yöneticisi’ ne o yazıyı bastı ne de beni arayıp neden yazıyı basmadığını açıkladı. Tempo’daki köşeyazarlığı maceram işte böyle noktalandı. Geçen gün bir mimardan ilginç bir mail alınca bu olayı hatırladım. Mail’in bir bölümünde şöyle deniyordu: ‘Mimarlığın toplumsallaşması’ meselesi, bazı dönemlerde gündemimizi fazlasıyla işgal eden, bizim de farklı kanallardan katkıda bulunmaya çalıştığımız fakat pek çok kez hayal kırıklığına uğradığımız bir konu oldu. Mimarlar/ mimarlık hakkında düşünce üreten kişiler ile geniş toplumsal kitlelerin iletişime geçmesi ve bu yolla Türkiye’de sokakta konuşulabilen bir ‘güncel mimarlık kültürü’nün oluşması bize hâlâ oldukça uzak gelen bir ideal. Mimarlığın toplumun gündelik yaşamını yönlendiren, derin politik etkileri de bulunan ve farklı politikalar tarafından kolayca araçsallaştırılabilen bir olgu olduğu, on yıllardır sayısız ‘kentsel badire’ geçirmiş olan İstanbul’da bile hâlâ hakkıyla fark edilmiş değil. Böyle bir ortamda, son dönemde yaptığınız yayınlar bizim bu konudaki inançsızlığımızı kırma noktasına kadar geldi diyebilirim. Türkiye’deki güncel mimarlık meselelerinin prime-time’da tartışılıyor olması ve geniş takipçi grubuna sahip medya araçlarında konu ediliyor olması, bir taraftan giderek kavruklaşmış Türk mimarlık ortamının kendi içinde bir tür dalgalanmaya yol açıyor, diğer taraftan bu ortam tarafından üretilmeye devam eden bir kentsel çevrede yaşayan ve başka türden yaklaşımların varlığı ile karşılaşmamış kitlelerin dimağına taze bir nefes girmesini sağlıyor.
Ben burdayım, Tempo’nun mimarlıktan çakmayan malum yöneticisi n’oldu, onu hiç sormayın!