Türkiye’de birkaç ülke var. Nüfusu, eğitimi, ekonomik geliri, yaşam biçimi ile dünyanın farklı köşelerinde yer alan ülkelerin buluşma noktası. Türkiye nüfusunun yüzde 10’u İsviçre standartlarında bir hayat seviyesine sahip. Günlük hayatları, yaşam tarzları, tüketim alışkanlıkları İsviçre ile aynı. Bırakın aynı olmayı aralarında İsviçre’nin orta halli vatandaşlarından çok daha yüksek standartlarda yaşayanların sayısı da az değil. Bu kesime bakıp özlenen Türkiye diyorsunuz. Sonra başınızı biraz öteye yalıların arkasındaki gecekondulara, İstanbul siluetinin arkasındaki semtlere ya da bir ülkeden bir başka iç ülkeye giden otobüsün camına çevirdiğinizde İsviçre’den Kongo gerçeklerine geçiyorsunuz. Yaşam standartları, hayat tarzı, milli gelirden aldıkları pay ile manzara dünyanın en yoksul ülkelerinden birine eş bir ülkeye dönüşüyor. İstatistiklere sorduğunuzda onun da sayısının nüfusun yüzde 10’una hatta daha fazlasına eşit olduğunu söylüyor. İşin garip tarafı bu iki ülke aynı bayrak altında, tek bir ülkeymiş gibi yaşamaya devam ediyor.
Hayli şizofrenik bu Türkiye gerçeği birkaç yerde eşitleniyor. Bunlardan ilki kışlalar. Askeri kışlaya gittiğinizde eğer büyük bir yerden torpiliniz yoksa Türkiye gerçekleri ile buluşuyorsunuz. Normal hayat şartlarında birbirlerini asla göremeyecek ya da farklı sınıfsal statüleri nedeniyle görmezden gelip es geçecekken, kışlanın koğuşunda mesafe sıfırlanıyor. Yemekhane kuyruğunda ya da nöbetçi kulübesinde farklar ortadan kalkıyor. Bu yüzden askerlik deneyimi Türkiye’de pek çok erkek için önemli bir hayat tecrübesine dönüşüyor. Militarist olmasanız da memleketi tanımak için bulunmaz bir fırsat.
İkinci buluşma noktası camiler. Herkes aynı safları sıklaştırıyor. Gelin görün ki ramazan çadırlarındaki kuru fasulyeye sallanan plastik kaşık ile 5 yıldızlı otellerdeki iftar sofralarında kuru fasulyeye sallanan gümüş kaplama kaşıklar bu farkı son yıllarda iyiden iyiye açtı. Düne kadar buluşma zamanı olan ramazanlar, bayramlar bile artık sınıfsal bir ayrılığın tescilli zaman aralığına dönüştü.
Türkiye’nin içindeki farklı ülkelerin, gettoların üçüncü buluşma noktası ise cezaevleri. İster Fenerbahçe gibi büyük bir camianın gönül bağı kurduğu Aziz Yıldırım olun isterse kendi muhafazakâr dünyasının baştacı Cüppeli Mahmut Hoca, bir de bakmışsınız Türkiye sizleri aynı koğuşta yan yana karavana beklerken buldurabiliyor. İster Şanlıurfa Cezaevi’nde BDP milletvekili olarak yatan bir davanın adamı olun isterseniz sıradan bir hırsız fark etmiyor. Bu ülke sizleri yan yana aynı ateşte yandırıp, aynı dumanda boğdurabiliyor!
Hasan Hüseyin Korkmazgil’in sözlerini yazdığı Ahmet Kaya’nın seslendirdiği Öyle bir yerdeyim şarkısı tam da bu durumumuzu anlatıyor. Öyle bir yerdeyiz ki ne karanfil ne kurbağa durumumuz. Bir yanımız mavi yosun ha bire dalgalanıyor sularda.
Dün sabah pek çok ana akım gazetede Şanlıurfa Cezaevi’nde Türkiye’nin pek çok diğer cezaevinde olduğu gibi ortaçağ koşullarında kalan tutuklu ve mahkûmların çıkarttığı isyanda 13 kişinin pisi pisine ölümüyle ilgili detayları gözlerim aradı. Pek çok büyük gazete haberi nasıl saklayacağını şaşırmış. Mesela Derin Mermerci’nin kaçak işadamı Cem Uzan ile olan ‘büyük aşkları’nı ölümsüz kılmak için yaptırdığı dövmesini sildirdiği haberi, 13 insanın ölümü kadar yer bulamamıştı.
Söyleyecek sözün bittiği noktadayız. Biz istediğimiz kadar Türkiye’nin Kongo’sundan bağırıp, feryat edip duralım. Türkiye’nin İsviçre’sinin bu çığlıklara kapısı da kulakları da basını da tıkalı.
Anlayacağınız ‘güzel dostum’, bu öyle bir beter çizgi, öyle bir çıldırtan denge ki.
Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe… Açıklama: http://i.radikal.com.tr/150x113/2012/06/19/fft16_mf1005235.Jpeg

Behzat Ç.’nin kirli dünyası!
Televizyon dünyası çok steril bir dünyadır. Öylesine sterildir ki gerçek hayatın içinde olan pek çok şeyi televizyonda bulamazsınız. 2004 yılında ilk gösteriminde ben dahil pek çok kişiyi şoke eden Chan Wook Park’ın OLD BOY adlı filminde bununla ilgili çok ilginç bir anekdot vardır. Filmin kahramanı tam 15 yıl boyunca özel bir cezaevinde tutulmuştur. Odada sadece televizyon vardır ve onun dışında 15 yıl boyunca hiç kimseyi görmemiştir. Cezaevinden çıktığında bir intikam ve ölüm makinesine dönüşmüştür ama gelin görün ki kahramanımız hiç küfretmiyordur. Zira televizyonda hiç küfür duymadığı için küfretmeyi unutmuştur. Eğer hayat sadece televizyonlarda devam etseydi kuşkusuz çok daha steril ve sıkıcı bir yer olurdu. Bunun son kanıtı RTÜK’ün aldığı bir ceza kararı. RTÜK televizyonun sevilen dizisi Behzat Ç.’ye argo ve içki yüzünden 273.710 TL ceza kesmiş. Cezanın ilginç bir yönü somut bir neden olmaması. Behzat Ç. dünyada binlerce benzeri bulunan kurmaca dizilerden bir tanesi. Böyle bir polis var mı yok mu aslında hiç kimseyi ilgilendirmemesi gerekiyor. Ancak olur böyle vakalar deyip geçmeyin Türkiye çok tuhaf bir kontroller ve baskılar ülkesine dönüşüyor. Bu ceza ile Yargıtay 14. Ceza Dairesi’nin oral seks görüntüleri bulunduranlara 1-4 yıl hapis getiren cezaları da unutmayalım. Kürtaj tartışmalarını da buna dahil edebiliriz. Farkındaysanız baskıcı bir iklim oluşuyor.