Aslında ortada içinden çıkılmayacak kadar karışık uluslararası bir kriz yok. Herkesin cevabını merak ettiği çok basit bir soru var. Şurası net ki Suriye Türkiye’nin bir uçağını uluslararası sularda vurdu ve düşürdü. Cevabı merak edilen soru, Türkiye şimdi ne yapacak? İşte ortada cevabı olmayan o basit soru bu. Öyle ya, Türkiye’nin uluslararası askeri bir uçağı düşürülürse buna bir cevap vermesi gerekiyor. “Büyükelçimizi çekelim” desek çoktan çektik. “Suriye Büyükelçisi’ni kovalım” desek onu da kovalı çok oldu. “Ticareti kesmeyi denesek”, e o da kesildi. Peki, şimdi ne yapacağız? Artık bininci notayı verseniz de bir işe yaramayacağı kesin. En sert nota bile vız geliyor, tırıs gidiyor.
Kuşkusuz Nihat Doğan seviyesinde bir hayat algınız varsa geriye bir tek Suriye’ye savaş açmak seçeneği kalıyor.
İyi de bunu da Türkiye’de hiç kimse istemiyor.
Peki, ne yapacağız?
Konuyu tıpkı İsrail’in Mavi Marmara’da 9 kişiyi öldürdüğü baskındaki gibi esip gürleyip kapatacak mıyız?
İstesek de kapatamayız zira bu sefer bir STK değil, askeri bir uçağın enkazı 1300 metrede Akdeniz’in dibinde duruyor. Üstelik uluslararası sularda vurulmuş, üstelik Suriye inkâr bile etmiyor.
O zaman birinin çıkıp bu basit sorunun cevabını vermesi gerekiyor.
İşte o birisi Başbakan Erdoğan.
Türkiye’nin bir savaş uçağı vuruldu.
Türkiye’de hiç kimse Suriye ile savaşa girmek istemiyor.
Peki ama Türkiye’nin cevabı ne olacak?
Hemen kızmak yok, bu basit soruya cevap lütfen.

RTÜK’ün ceza belgesellerinden kaçış
Bugün Türkiye’de belgeseller RTÜK tarafından televizyon kanallarında ceza niyetine gösteriliyorsa itiraf edeyim bunda bizim de payımız var. Yıllar boyu üç-beş siyah-beyaz görüntüyü farklı şekillerde montajlayıp, duvarın önüne iki adamı oturtarak röportaj yapıp, sonra da hisli seslerle okuyarak yaptığımız dünyanın en sıkıcı programlarını Türk milletine belgesel diye yutturduk. Aramızda bunu profesyonel düzeye taşıyıp parayı vuranlar da oldu ama işte her şeyin bir bedeli var. Geçen gün i-Tunes üzerinden belgesel bölümüne girip dünyada ne tür belgeseller yapılıyor diye şöyle bir baktım. Aklım uçtu... Mesela bir gazeteci Afganistan’daki bir karakolda askerlerle bir yıl geçirip o bir yılın hikâyesini yapmıştı. Bir diğer belgeselci Maldiv Adaları’nın başbakanı ile aylar geçirip dünya seyahatlerine çıkmış ve bir ülkenin iklim değişikliği savaşını belgeselleştirmişti. Eski porno yıldızları ile yapılan bir belgeselde bir zamanların seks idolleri porno film endüstrisinden dışlandıktan sonra başlarına gelenleri anlatıyordu. Bilimsel aşk belgeseli mi istersiniz, geriatri kliniklerinde çekilen filmleri aratmayacak hayat hikâyelerini mi, ne ararsanız var. Hangisini seçeyim bilemedim. En son İngiltere’nin efsanevi mimarı Sir Norman Foster’ın dünyanın her yerindeki binalarının yerden, gökten görüntüleri ile çekilmiş bir belgeseli seyretmekte karar kıldım. Alain de Botton’dan Bono’ya kadar İngiltere’nin önde gelen isimleri bir mimarın verdiği ilhamı bizlere anlatıyordu. İnanın halimizden utandım. Coşkun Aral gibi yıllardır binbir emekle ve sabırla bu işe emek harcayan birkaç değerli belgeselciyi saymazsak ortada belgesel yapıyorum havasında dolaşanlara ders olarak oturtup bu belgesellerin en azından bir kısmını izlettirmek gerekiyor. Dedim ya, ağlak bir ses, 1934 yılında çekilen ‘Ankara’nın Sesi’ adlı Rus belgeselinden araklanan görüntüler ve kameraya bakarak konuşan insanlardan gına geldi. RTÜK’ün ceza diye izletmesi az bile.

‘Deniz Ana’ ile kim dalga geçiyor?
Magazin mevsimine girdik. Ortalık bikinili, mayolu fotoğraflardan geçilmiyor. Üstelik bu yıl ramazan ayı tam da yaz mevsiminin ortasına denk geldiği için bu tür fotoğrafları kullanacak çok fazla da zaman aralığı yok. Belki biraz da bu yüzden herkesin fotoğrafları ardı ardına yayımlanıyor. Magazin dünyasını karıştıran, bu fotoğraflardan çok atılan manşetler. Kimi çok acımasız, kimi çok ‘dalgacı Mahmut’ havasında. İşte bu acımasız diyebileceğimiz manşetlerden sonuncusu, Deniz Seki’yi denizden çıkarken gösteren ‘Deniz Ana’ manşetiydi. Dün Fatih Altaylı bu manşet için özür diliyordu. Aynı tür manşetin mesela bir Uğur Yücel için atılmadığına da haklı olarak değiniyordu. Önceki gün aynı gazetenin magazin yazarlarından Esin Övet ile tam da bu konuya değinen bir konuşma yaptık. Bu tür fotoğraflar genelde kadınlar üzerinden gündeme geliyor ama bunda biraz da kadınların bu tür fotoğrafları konuşmayı seviyor olmasının rolü var. İnanın bir erkek olarak bir kadının selüliti var mı yok mu bakmak benim aklımın ucundan geçmez. Oysa kadınlar biraz da kendilerinde olmasından çekindiğinden midir bilmem, konuyu ilk buradan açıyorlar. Üstelik emin olun, kadınlar kadınlar hakkında erkeklerden çok daha fazla acımasız ve sert dedikodu yapıyorlar. Nitekim Deniz Seki de kendi fotoğrafları sonrasında yaptığı açıklamada bunun ipucunu vermiş. Kendisinin yeni doğurmuş, çocuğuna süt veren lohusa bir kadın gibi gösterildiğinden yakınmış. Lafa bak! Ne demek istediğimi bundan daha iyi anlatan bir açıklama yapamazdı. En son selülitzede Gülben Ergen’in bundan birkaç yıl önce Hülya Avşar’ın selülitleri ile kafa bulduğu da henüz unutulmadı.