Şöyle hayal ediyorum, benim için, yazılarım için endişelenen insanlar olsun. Bu kadın nerede yahu? desinler. Neden yazmıyor.

Yazmak için öncelikle birini hayal etmeniz gerek. Bir okuyucu hayaliniz olmalı, ona seslendiğinizi hayal etmelisiniz. Ben de bu duygu bazen yok oluyor. O zamanlar, daha çok konuşuyorum. Galiba konuşma yetmediğinde yazmaya koşuyorum. Bazen de tam tersi, hemen, cümle aleme anlatma arzusuyla çalışıyor kafam.

İki konu arasında çok gidip geldim bu sabah. Corona günlerinde evde kadın olmak mı? Yoksa seyrettiğim son netflix gençlik dizisini yazsam, bilemedim.

Her ikisinden de biraz bahsetmeye karar verdim.

Salgın başladığından beri oğlum bizi terk etti. O arkadaşları ile birlikte kalıyor. Bizim nesli tükenmekte olan son kelaynaklar olduğumuzu düşünüyor. Bizi kendinden koruyor. Hastalık geçmesin, biz yaşlıyız diye o genç arkadaşlarıyla birlikte kalıyor. Asıl mesele kafadaşlarıyla bir olmak.

Biz de onun arada yüzünü görmek için, gel baka neler yaptık, al onları yeni evine götür, arkadaşlarınla paylaş, diyoruz. Şöyle bir görünüp gidiyor. Online haberleşiyoruz. Aşıklar gibi birbirimizi ne kadar çok sevdiğimizi, özlediğimizi itiraf ediyoruz , arada bol emoji paylaşarak.

Benim için böyle zamanlarda evde kadın hallerimden bir şey eksilmedi. Fazla bir durumda yüklemedi bana. Evim benim özgürlük alanım. Yazılarımı yazdığım, bol film seyrettiğim, dostlarımı kabul ettiğim bir yer. Şimdi tek eksiğim dostlarımla yemek yiyip, film seyrettiğim zamanlardan mahrum kalmak.

Ortaokuldan, üniversiten arkadaşlarımla her gün bir saat kitap okuyoruz. Onların yüzüne baktığımda o kadar mutlu oluyorum ki bilgisayarın ekranından sızıp hepsini kucaklamak istiyorum. Böyle zamanlarda onlarla en sevdiğim bir noktada, her gün buluşmak beni çok mutlu ediyor.

Eskisi gibi film seyretmiyorum, daha çok netflix belgesellerine sardım bu aralar.

Ben de bir belgesel çekmek istiyorum. Mahkumların hayatlarını izledim, çocuklarına işkence yapıp öldüren ailelerin belgeselini izledim.

Bizden çok farklı mantıkları orada belgesel çekenlerin. Bir sorunu ele alıp olduğu gibi nakletmiyorlar. O sorunu irdeliyor, kurumun açıklarını yetkili ağızlardan alıyor, çözümü seyircinin düşünmesine izin veriyor, sonunda kendileri de mutlaka yetkili ağızların aracılığı ile yeni bir çözüm üreten bir kapı aralıyorlar.

Böyle bir belgeseli burada çekmek mümkün değil.

Bir cinayetin yetkililerine ulaşmanız, dosyaları incelemeniz mümkün değil. Geçmişin kaydını gerçek bir şekilde bulmanız da mümkün değil.

Prosedürler sizi yapacağınız işten usandırır, o da ayrı bir mevzu.

Seyrettiğim gençlik dizisine gelecek olursam, Ay yapımın üstendiği dizi, ilk defa başarılı bir gençlik dizisi olma özelliği taşıyor.

Bizim senaristlerimiz henüz polisiye ve gençlik dizileri yazmakta başarı değil.

Bir genç gibi düşünemedikleri gibi, polisiyenin matematiğine hakim değiller. Öyle düşünme yetileri henüz gelişmemiş. Hala drama da emekleme sürecindeler. Yabancı dizilerden yaptıkları uyarlamalar sayesinde ayağa kalkmalarına az kaldı.

Aşk 101 dizini kıskanarak seyrettim. Çünkü dizinin konusu, yazma sürecimde benim ilgilendiğim, yoğunlaştığım alanı içeriyor. Ben de böyle bir senaryo yazmayı hep arzuladım. Aile yüzünden, içine doğduğu çevre yüzünden acı çeken, kendisi olduğu için ötekileştirilen, farklı olduğu için acı çeken insanlar.

Onları seviyorum, bir tek onlara ilgi duyuyorum ve onları anlıyorum. Hikayelerimin konusu onlar ama onlar hakkında yazdığım senaryomu henüz kimseye göstermedim. Oysa üç günde ağlayarak yazdım.

Aşk 101 dizisinde beş genç var. Bunlardan biri anne babası ayrılmış, dedesi ile eski yalıda yaşayan liseli bir oğlan. Cebinde taşıdığı şişeden sürekli içki içiyor. Boyundan büyük laflar ediyor. Kitap okuduğu için arkadaşları onun kitaplarda yaşadığını düşünüyor. Felsefi konuşmalarına kıl oluyorlar, o yüzden ona sözü pek vermek istemiyorlar.

Bu oğlanın babası arada eve gelip, duvardaki tabloları, vitrindeki yemek takımlarını aceleyle toplayıp gidiyor. Oğlunun yüzüne hiç bakmıyor, yeni karısının bu eşyalarda aklının kaldığını söyleyip, ondan doğan ikizlerle ilgilenmesi gerektiğini söyleyerek, evden sıvışıyor.

Oğlanın bir köpeği var. Her gün onu vapur iskelesine kadar eşlik edip, okul çıkışında onu iskelede karşılayan, can dostu. Dedesi hep koltuğunda uyukluyor. Oğlan eve girdiğinde buzdolabından, makarna ya da çorbayı bir tepsiye koyup dedesine yemek veriyor. Sonra can dostunu besliyor.

Onun yüzünde her gün taşıdığı acıya bakınca, doğduğumuz zaman bazen ailemiz ya da çevremizin boğamıza arsız bir kedi tıkıştırdığını ve içimizi sonsuza dek o kedinin tırmalayıp acıttığını hissettim. Onu çıkarmak mümkün değil. Zamanla belki sakinleştiriyor insan o kediyi ama asla çıkaramıyor.

Grafiker olmak isteyen bir genç kız var aralarında. Ailesine hayallerini, isteklerini anlatmaya korkuyor. Onun için kurdukları hayalleri yıkarsa daha çok ötekileşeceğinden, yalnızlaşacağından korkuyor. Her yere çiçekler çiziyor, sonra onları derhal siliyor, hayallerini zihninden kovalar gibi.

Kendisine ait hiçbir duygunun kök salmasına izin vermiyor zihninde, aşık olduğu oğlanı bile bu yüzden ret ediyor.

Bir başka oğlan zengin babasının gücü karşısında öfkeli. Sürekli kavga edip dayak attığında ya da dayak yediğinde rahatlıyor. Babası onu her gördüğünde aşağılamaktan geri durmuyor. Annesi ağır hareketleriyle oğluna bakıp kendisi gibi onunda babasına itaat etmesi için gözleri ile yalvarıyor. Görünmez olursa sorun çıkmayacağını düşünüyor kadın.

Bir diğer oğlan Osman ailesi ile sorun yaşamayan tek çocuk, babası ona diyor ki, bilmem sana söyledim mi? Sen bu hayatta saygı duyduğum tek insansın. Sen bizim gibi değilsin. Annen ve benim gibi değilsin. Hayatın sana sunduklarından daha fazlasını alma gücün ve yeteneğin var. Bunun için mücadele ediyorsun, sana hayranım.

Diğer çocukların ailelerinin maddi durumu iyiyken Osman’ın ailesi fakir. Oysa arkadaşları arasında en çok para harcayan, arkadaşlarına karşılıksız yemek ısmarlayan, hediyeler veren O. Nedeni sürekli çalışması. Mahallede kadınları örgütlemiş, sandviç yapıyor kadınlar, onları okul kantinlerinde daha ucuza satıyor Osman. Bunun gibi küçük işlerden büyük paralar kazanıyor.

Aralarında okul birincisi bir kız var. Annesi ona diyor ki, sıradan olmak öyle kötü bir şey değil. Güvende olursun, sorun yaşamazsın, pıtı pıtı yürürsün, ayağın hiç taşa takılmaz. Önemli olan güvende yaşamak.

Kız hiç sesini çıkarmıyor, aynı düşünmese de kabul eder görünüyor, annesinin dediklerini ama kendi bildiği yoldan şaşmıyor.

Eğitim sistemi sorunlu çocukları sevmez. Onları kazanmak istemez. Onları derhal uzaklaştırmak ister. Öğretmen sınıfta dersini çalışan, dinlediğini anlayan, çocuğa dersini anlatır.

Genelde bizim sistemimizde öğretmenler mesleklerini sevmeyen, başka işe kendilerini layık görmedikleri için bu işi yapan insanlardır. O yüzden empatiden yoksun, postanede işe gider gibi, her sabah çocukların sınıfına girerler.

Bu okulda da hayatından bezmiş tüm nefretini bu çocuklara akıtan bir müdür var. Amacı, hayatının tek gayesi bu çocukları okuldan attırmak. Sonunda zaten bu çocuklar ya hapse girecek ya da seçimleri yüzünden ölecekler, o yüzden onlar için yapılacak hiçbir şey olmadığını düşünen bir adam, müdür.

Çocuklardan biri, bir gün ona diyor ki, ben de büyüdüğümde sizin gibi olacağım; nefret dolu, her sabah aynı kıyafetle sokağa çıkan, küçük çocuklar üzerinde, zavallı hayatımın eksiklerinin acısını çıkarmayı amaç edinen biri olacağım.

Adam onun sözleri karşısında dişlerini sıkmaktan öteye gidemiyor.

Dizinin yine yeterince olmamış olan yanı senaristin kahramanlarını tam da yaşının kişisi olarak düşünememesi.

Bir de olmaları gereken hayattan steril etmiş onları.

Uyuşturucu kullanmıyor görünüyorlar. İzbe yerleri sevmiyor. Sıradan insanların tersine koştukları çok az şeyi görüyor seyirci, bunun nedeni senaristin eleştirilme korkusu. Ya da empati yoksunluğu.

Güzel günlerde görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.