Neden Dersim tartışmalarını insan taşlamaya, birbirimizi suçlamaya ve kısır çekişmelere dönüştürdük?

Bunun, eksik demokrasi nedeniyle hukukun üstünlüğünden, müreffeh ve ileri bir ülke olmaktan bizi alıkoyan yönetim tarzını anlamamızı engellediğini görmüyor muyuz? Konuşmaları dinledikçe, TV programlarından sonra gelen iletileri okudukça bu fırsatı ıskalayacağımızdan kuşkulanmaya başladım.
Çok az kişi tarihte ne olduğuyla ilgili. Çok insanın acı çektiği ne yaptığından çok ne olduğuna bağlı olarak baskı ve zulüm gördüğü gerçeği pek önemsenmiyor. Bu da tüm demokrasi ve eşitlik söylemleri azıcık kazınınca altında, düzeni tesis etmek için gerekirse hukuk ve insan onurunun çiğnenmeye hazır bir ruh halini açığa çıkartıyor.

Siyasal kültür

Düzen ve istikrarı sağlamanın yolunun, farklılıkların bağdaştırılmasından doğan sinerji ve uzlaşmanın ürünü olan katılmacı, eşitlikçi bir siyasal sistemden seçtiği gerçeği bizim siyasal kültürümüzde kök salmamış. Devletin toplumu denetlemesi ve yönlendirmesi sayesinde istenen sonuç doğacak zannediyoruz. Böyle öğrenmişiz. Bu da doğal çünkü "Ülkesi ve milletiyle devletin..." diye ifade bulan Anayasa hükmü devleti her şeyin, hepimizin efendisi, sahibi kılmış. İyi de devlet topluma hizmet etsin diye kurulmuş bir hizmetliler ve kurumlar bileşkesi. Kutsallığı yani tapılacak bir yanı yok. Ama biz devleti kutsallaştırmışız.
Bunu yaparken de kutsallaştırdığımız şeyin aslında bir kurum değil onu kullanarak bizi yönetenler olduğu geçeğini pek anlamamışız. Kutsallaştırdığımız ve başımızın üzerine çıkardığımız devletin görevlilerine de aynı değeri vermişiz. O nedenle ne yapmışlarsa bunları "hikmet-i hükümet" olarak kabullenip, sorgulamamışız ve eleştirmemişiz. Zaten bu kadar güçlü bir devlet de buna izin vermemiş. Eleştiri kültürünün gelişmediği bir ortamda ne uzlaşma ne de buradan çıkarak demokrasi yeterince gelişebilmiş.
Türkiye'de yönetim ve yönetilen kopukluğunun en önemli nedeni, devletin (yani devletlilerin) gündeminin toplumun gerçeklerinden, ihtiyaç ve beklentilerinden bağımsız olmasıdır. Devletlilerin toplumu nasıl gördükleri, onu nasıl şekillendirecekleri, eğitecekleri, denetleyecekleri tamamen toplumun dışında ve topluma hesap vermek gereği duyulmadan kararlaştırılmıştır. Bu daha yeni yeni değişiyor.

Sanal tarih

Toplum(un)a yabancılaşmış bu zihniyetin tarih anlayışı da kendinden menkuldür. Sanki biz 1. Dünya Savaşı'na bir imparatorluk olarak girmemişiz gibi, savaş sonrası işgalden kurtulma mücadelesini "mazlum milletlerin tarihteki ilk istiklal savaşı" olarak kodlamışlardır. Tarih sıfırlanmış ve 1922 ile başlamıştır.
Ülke sürekli "zararlı unsurlardan" temizlenmek için seyreltilmiştir. Bu zararlı unsurlar aslında ülkenin asli sahipleri olan halklardır. Onlar "düşmanlaştırılmış." Gönderilebilecek olanlar gönderilmiş, kalan "düşmanlar" da zapturapt altında tutulmuştur. Halkının bir bölümünü düşman olarak gören bir devlete karşı onlar da düşmanca bakmazlar mı? Bir bölümü baktığı için o kesimlerle devlet arasında hiç barış olamamıştır. Ama Aleviler (Dersimliler) tarihten gelen büyük Sünni baskısı ve kıyımı korkusuyla laik devlete (partiye) tüm günahlarını affederek sarılmış ve geçmiş haksızlıkları unutmuştur.

Şimdi o haksızlıklar dile getirildiğinde birileri de "olanlar, gerektiği için yapıldı; gerekirse gene yaparız" diyerek bastırılmış bilinçaltını açığa çıkarınca, unutulan/unutturulan tarihle büyük bir yüzleşme süreci başlamıştır.
Halkımız böyle sorgulamalara alışık değildir ama asıl sorun bildikleri, onlara anlatılan tarih ve toplumun ayaklarının altından çekildiği korkusuna kapılmış olmalarıdır. Öğretilen tarih ve toplum tasavvuru sanal da olsa, geniş kesimlerin gerçekliğini oluşturduğu için onu korumak çabasına girmişlerdir. Asıl kavga bundan kopmuştur.