1 Eylül Dünya Barış Günü'ydü.

Fark ettiniz mi basında ve kamuoyunda ne kadar az yankı buldu? Nedenini tahmin etmek zor değil. İçeride ve dışarıda bu kadar çatışmanın yaşandığı, barışmaktan çok savaşmanın yaygın olduğu bir ortamda barışı kutlamak ve kutsamak o kadar kolay değil.

Yine de hepimiz huzuru, güvenliği, adaleti, özgürlüğü ve dayanışmayı ancak barış halinde sağlayabileceğimizi biliyoruz. Yine de bu doğrultudaki çabalarımız yetersiz kalıyor. İsterseniz barışın ne olduğunu tartışalım.
Barış denince birkaç olgu anlaşılmaktadır:

1- Savaş halinin olmaması.

2- Yasalar veya kurallarla korunan bir toplumsal düzenin olması.

3- Birden fazla tarafın (veya aktörün) aralarında vardıkları anlaşma ve çatışmasızlık hali.

Çatışmama, taraflar arasında güvenilirliğin tesis edilmesiyle sağlanır. Güven olmazsa barış tesis edilemez. Bu da uyulacak ve çiğnenmeyecek ilkeler üzerinde anlaşmayı gerektirir. Söz konusu ilkelere uyumu sağlayacak bir üst veya ortak irade oluşturulduğu takdirde barış, uyum ve onları koruyacak ortak sorumluluk mümkün olabilir. Özetle, barış kendiliğinden oluşan bir durum değil oluşturulması gereken bir süreçtir. Çaba, fedakarlık ve sürdürme iradesi gerekir.

Anlam farkı

Batı dillerinde barışın karşılığı olan Latince pax, pacifico, pacificus veya Fransızca'da pacifique sözcükleri birer isimdir; fiil değil. Olması beklenen bir gelecek halidir. Bu tanımda barış edimine veya yapımına bir atıf yoktur. Oysa barış, tıpkı savaş gibi yoğun hazırlık, eğitim, donanım, hukuki altyapı ve örgütlenme gerektirir. Sadece insani (iradi) değil yüklü bir maddi yatırım da gerektirir. Barışı koruyup sürdürecek hukuki ve siyasi kurumların oluşturulması sıradan bir iş değildir. Kısaca barış, sadece çatışmasızlık olgusu değil ondan çok daha fazlasıdır.

Bizim dilimizde, Arapça'da ve İbranice'de selam, salam ve şalom, Latince'de barış anlamına gelen pax sözcüğünün ötesine giden bir anlamla yüklüdür. Ne zaman başladığını bilmediğimiz bir alışkanlıkla bu sözcüklerle karşıladığımız kişiye elimizi uzatırız. Açık olan avucumuzda onu tehdit edecek bir silah taşımadığımızı gösteririz. Sonra, çok önceleri tolga/miğfer olan başlığımızı çıkarıp onu selamlarken ona güvendiğimizi, başımızı sakınmadığımızı gösteririz. Bunlar barışçı davranışlardır. Güven tesisinin sembolik eylemleridir. Kısaca barış arayışı, şiddete ve şiddet araçlarına karşı oluşun sergilenmesiyle başlar.
Dolayısıyla barış, sadece uzlaşılmış bir şiddetsizlik hali değil bir ruh hali ve zihniyet olmanın yanında eyleme yönelik bir olgudur. Ne yazık ki bu kelimenin lügatlere sığmayan anlamı, gerek Arap ve Yahudi gerekse bizim toplumumuzda yitip gitmiştir. Siyaset, barıştan çok savaşa alet olmuştur.

Siyaset ve adalet

Siyaset birleştirici olmalıdır. Birleştiriciliğin baş etmeni adalettir. Adalet insanlara eşitlik ve sırf insan oldukları için temel haklar ve özgürlükler sunar; tabii onları çiğnememeleri için sorumluluklar da... Barış, sosyal, siyasal ve ekonomik (yapısal) adaletin, hayatın her alanında geçerli olmasıyla gerçekleşebilir. Bireyler birbirlerine, otoriteler yurttaşlara adil davranmalıdır. Her ne kadar adalet tanımlanması zor bir kavram olsa da yapısal adaletsizliğin hüküm sürdüğü toplumlarda veya uluslararası ilişkilerde kin, kan ve kavganın eksik olmadığı açıktır.

Barışı inşa etmek liderlik gerektirir. Barışın liderleri farklıdır. Onlar şiddetsiz bir dünyayı hayal ederler ve ona ulaşacak araçları geliştirirler. Bu liderleri izleyecek barış gönüllüleri gerekir. Birlikte onlar, şiddet dışı araçları ve uzlaşmanın dilini kullanarak barışı inşa ederler.

Barış herkesin kazanacağı bir süreçtir. Savaş, kısa süreli kazançlar sağlayabilir ama uzun vadede tüm taraflar kaybeder. Ama asıl kaybeden insandır; insani/ahlaki değerler ve umut kaybedilir. Umudun olmadığı, insanın insanı düşman gördüğü yer ise ebedi cehennemdir.