Ayın son günü döndüğüm Ankara (siz Türkiye diye okuyun) haziran sonunda bıraktığım yere pek benzemiyordu.

Ülkeye yayılan kan ve şiddetin acısı dillere vurmuş, aşırılığın şehveti insanları şaşırtmış görünüyordu.

Geride kalan ahenk

Oysa geride bıraktığım balıkçı köyünde deniz ile karanın, ağaç ile toprağın, gök ile yerin öyle mutlu bir izdivacı vardı ki... Köylülerin dillerinde ve geleneklerinde şiddet olmadığı için eylemlerinde ve ilişkilerinde de yumuşaklık vardı. Şiddetin ve çatışmanın yerini yoğun bir dedikodu ve gıyabında çekiştirme almıştı. Marmaris'le Datça yarımadaları ortasına düşen körfezlerden birinde olan Söğüt köyü, saklı bir cennet gibi hâlâ doğallığını ve "bizim" olma özelliğini sürdürüyor. Büyük arazi parçası olmadığından otel yerine bahçeli evlerde pansiyonculuk ve kiralık villalar yaygınlaşıyor.

Cinsiyetler arası şiddet de pek yok, çünkü kadınlar hem çalışıyor hem de bir zamanlar miraslarına düşen deniz kenarının tuzlu ve verimsiz toprakları arsa değeri kazanıp, arsalar da denize hasret şehirlilerin ruhi açlığına uygun olarak fiyatlanınca kadının gücü artmış. Artık pek çoğu maddi açıdan erkeğe muhtaç değiller. Bu onların erkekler karşısında hem dik durmasına hem de eşit konum kazanmasına neden olmuş. Aileye ilişkin kararlarda tabi değil, ortaklar. Öyle bir ortamda kadına karşı şiddet de olmuyor; ilişkiler yumuşak ve daha saygılı oluyor. Eşler birlikte denize giriyor ve köyün kahve lokantalarında birlikte oturuyorlar.

Simi ve Türkler

Söğüt köyü, Tam Sömbeki (SİMİ) adasının karşısında. Hızlı bir tekne ile 20 dakikada Yunanistan'a gidilebiliyor. Bir harita üzerinde Marmaris ve Datça yarımadalarının uçlarını cetvelle birleştirin. Simi bu çizginin içinde kalır. Bu neyi gösterir? Kendi karasuları içindeki bir adayı önemsemeyecek kadar karalı bir toplum olduğumuzu... Bu konuda epeyi kafa yorduktan sonra karar verdim: Bir Türk için deniz, iki kara parçasını ayıran doğal bir engeldir. Bir Yunanlı için ise deniz, iki kara parçasını birleştiren doğal bir yol. Her iki toplum da bu dünya görüşüne göre örgütlenmişler ve donanmışlar. Bizim kuvvetli bir ordumuz var; onlar da dünya sivil deniz ticaret filosunun üçte birine sahip.

Simi limanına girince iki manzara göze çarpıyor. Öncelikle her sene eski yıkıntıların temizlenip adanın eski evlerinin restore edilmesi ve üçgen alınlıklı antik Yunan mimarisinin günümüzde yeniden canlanmasının sonuçlarını görüyorsunuz. Bu bilinçli bir planın eseri. Böyle bir uygulama bizim tarafta daha yok. Simi'de sadece müthiş bir mimari bütünlük yok, her ev son derece uyumlu birkaç renge boyanarak kartpostal şirinliğinde bir kasaba yaratılmış.

Ana limanda iki yakın koyda demirlemiş teknelerin en az yarısı Türk bandıralı. Bunların yarısı ticari guletler, diğer yarısı da özel yatlar. Türkiye'nin zenginleştiği, zenginlerin de uluslararası hemcinsleri gibi burjuva zevkleri geliştirdikleri görülüyor. Artık onların referansı sadece kendi ülkeleri değil, tüm dünya. Yer kürenin sunabileceği tüm imkanlardan yararlanmak istiyorlar. Bu standartları kendi ülkelerine taşıdıkları zaman burjuva olacaklar.
Adanın bakkalları bile sınırlı biçimde Türkçe öğrenmişler. Yunan ekonomisi bu kadar dardayken Türkiye'den gelen her euro bir nimet olarak görülüyor olmalı. Neden mi? Bir zamanlar schengen vizesi ve geçerli bir pasaport olmadan ayak basılamayan adanın sahil güvenlik botu kıyıya demirlemiş, perdeleri çekilmiş. Ada onu ve halkını hiç tehdit etmeyen, aksine ekonomiyi canlandıran Türk istilası altında. Alan da satan da memnun. Barışın formülü bu olsa gerekir.

Ülkenin birçok yerinde yollar kesilir, insanlar kaçırılır, kurşunlanır, havaya uçurulurken burada doğada ve bir zamanlar düşman olan iki halk arasındaki uyumu görmek insanı hem mutlandırıyor hem de hüzünlendiriyor.
Dönüşün en mutlu eden yanı üç radarlı kontrol, üç gözleme kamerası ve iki hız okuyucu ışıklı panonun yardımıyla 'trafik canavarları'nın zapturapt altına alındığını görmek. Hiç kazaya rast gelmedik. Yollarımızda sağladığımız düzeni ülke siyasetinde sağlama dileğiyle bir yaz tatilini daha bitirdik.