Biz hep kutsallara ama dünyevi ve siyasi kutsallara kurban edilmiş bir toplum olduk. Irkımızı veya soyumuzu yüceltip diğerlerini yok etmemiz istendi; ettik

İnancımız uğruna diğerlerine dünyayı dar etmemiz istendi; ettik. Çoğunu kaçırttık. Siyasi görüşümüz uğruna diğerlerini derdest ve işkence etmemiz istendi; ettik. Varlığımızı (aklımızı, ruhumuzu ve bedenimizi) ulusumuza armağan etmemiz istendi; ettik. Geriye bizden pek fazla bir şey kalmadı. Sadece kendisine benzediğine inanan, kendisinden başka dostu olmadığını zanneden (bari kendisine dost olsa) bir garip toplum olduk.

Oysa hiçbir siyasal dava kendini yaşatmak için yok ettiği hayatlar kadar kutsal değildir. Neden? Çünkü bütün siyasi davalar ve onların gerekçelerini oluşturan ideolojiler, hiç bitmeyen bir iktidar kavgasının araçlarıdır. Bizi kendi iktidar kavgalarında taraf haline getirenler hep kendi davalarının "nesnesi" olarak gördüler. Oysa demokrasilerde bireyler öznedir. Kurucu unsurdur. Kendi hayatlarını ilgilendiren kuralların oluşumuna, uygulanışına ve uygulamanın denetlenmesine katılırlar, katılmalıdırlar. Bunları yapabildikleri oranda yaşadıkları düzen demokratiktir.

Nitelikli demokrasi
Demokrasi, sadece seçim sürecinin olduğu bir sistem olarak tanımlanmıyor artık. Bu yetmiyor. Demokrasinin başına 'açık, katılmacı, müzakereci ve hesap verilebilirlik' öğeleri ekleniyor. Bunların olduğu bir demokrasiye liberal demokrasi deniyor. Liberali, yani özgürlükleri, açıklığı ve katılmayı savunanları liboş diye küçümseyen; bir ulusun düşünen ve sorgulayan insanlarını (entelektüellerini) entel-dantel diye horlayanlara ne demeli? (Benim cevabım hazır ama terbiyem el vermiyor.) Seçimin olduğu, hatta hükümetlerin seçimle değiştiği ama eleştirinin, açıklığın, toplumsal katılmanın, hukukun üstünlüğünün, kuvvetler ayrılığının sınırlı olduğu rejimlere illiberal (veya özgürlüklerin sınırlı olduğu) demokrasiler diyoruz.

Türkiye'nin hep bir vesayet rejiminin altında yaşadığını ileri sürerken bir illiberal demokrasi olduğunu söylüyoruz aslında. İlliberal demokrasilerin üç belirgin özelliği var. Özgürlükler ve temel haklar vasi'nin izin verdiği kadardır; yolsuzlukların oranı yüksek ve yaygındır; toplumla yönetim arasında organik değil, mekanik bir ilişki vardır. (Hesap verme ve temsil sınırlıdır.) Bu özellikler göz önünde tutulduğunda Balyoz Davası sonucunda ortaya çıkan tabloda söz konusu sakıncaları ortadan kaldıracak bir hamle görülüyor mu? Görülmüyorsa bir dizi üniformalının teşebbüs ettikleri suç nedeniyle cezalandırılması ülkemizdeki vesayet rejimini çözüp liberal bir demokrasinin yerleşmesine katkıda bulunacak mı?

Yanlış vurgu
"Ne kadar ceza aldılar? Niye bu kadar yüklü cezalar aldılar? Başka ceza türleri (örneğin rütbe tenzili) daha etkili olmaz mıydı? Yargı sistemimizde görülen usul hataları bu davada ne kadar ağır bastı? Bundan sonraki yargı aşamalarında (Yargıtay, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) daha hafif cezalar öngörülürse, o zamana kadar sanıkların hapiste kalmaları haksız ceza olmayacak mı" soruları önemlidir.

Ama daha önemlisi, bu tür davaların (arkadan Ergenekon geliyor) Türk siyasal hayatından darbe heveslilerini ve buna kalkışacak olanları caydıracağına intikam duygularını kabartacak ve bu cezalardan sorumlu tuttukları siyasi çevreleri zor duruma düşürecek girişimlerde bulunmaya sevk edebileceği olasılığını da düşünmek lazım. Nitekim bu doğrultuda dedikodular başladı bile. Uludere olayı, açık arazide sivil otobüslerde taşınan silahsız erlerin vurulması ve vuranların buharlaşması eylemleri komploculara göre bir karşı refleks. Bunu bilmek zor ama şuyuu vukuundan daha vahim.

Ne olur cezaları bir misilleme olarak değil, caydırıcı bir önlem olarak görelim ve bundan sonraki hukuk sürecine hem usul hem de içerik açısından özen gösterelim. Yoksa bu ülkede o kadar acılı olay yaşandı ki, kimin kimden intikam alacağı sorusu önümüze uzun bir liste çıkartabilir. Zaman hasar giderme ve yola devam etme zamanı; bu da anlayış, barış ve akıl gerektiriyor.