Yeni yıl çok hızlı başladı, ilk sabah elektrik (yüzde 6) ve doğalgaz (yüzde 1), ikinci gün yol ve köprü (yüzde 25) zammıyla uyandık.

Yol, köprü, hastane gibi hizmetler vatandaşının vergileriyle bütçelenen devletin devlet olmaktan kaynaklı hizmeti ise halk niçin her gün Boğaziçi Köprüsü’nden geçerken ücret öder? Misal İzmir-İstanbul arası mesafe köprüler de dâhil 4,5 saat gidilirken yolda neyle gururlanılıyor? Zorunlu bir hizmetin yerine getirilmiş olmasıyla mı fahiş geçiş ücretleriyle mi?

Doğrudan veya dolaylı farklı türlerde ve miktarlarda hemen tüm yaşamsal alanda ödenen vergi vatandaşın devlete sorumluluğu ise devletin yine “hizmetleri” dolayısıyla yurttaşın sırtına yüklediği ne? Holding patronlarının devletin “yardım kampanyalarında” televizyonlarda bol sıfırlı meblağlarla arzı endam etmesi “hayırsever” olduklarından mı yoksa getirilen vergi aflarından ya da bağışların vergiden düşülmesinden mi? Hangisi? Ödediği vergiler vatandaşa ne zaman yol, su, köprü olarak geri döner?

Muasır (çağdaş) medeniyet seviyesine çıkmak mıydı dert? “Muasır”dan anlaşılan, 21. yüzyılda karanlık ihale süreçleriyle yap-işlet-devret “modeli” ile yaptırılan araç geçiş garantili köprüler, otoyollar, tüneller; yolcu garantili havalimanları, hasta garantili şehir hastaneleri... “Medeniyet” de şüphesiz müteahhidin dolar zenginliği… Yoksa siz hâlâ yastık altında mı saklıyorsunuz dolarları?

Ama bir de şu var: Son zamanlarda kaçak rakı üretimi ve buna bağlı ölümlerin artması da ayrı değil kuşkusuz ve fakat yılbaşı akşamı siz misiniz rakı, votka, şarap içen: Yılın ilk iş gününde derhâl alkollü içkilerde Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) yüzde 17,07 oranında artırılıverdi. Hem devlet koruyor, öyle ya: Demiryollarında, üniversite kampüslerinde içki mi kaldı? Hele 22.00’den sonra herhangi bir tekel bayiinden, marketten alın bakalım. Yılbaşı günü alkol satışı olmasın diye paraya kıyıp tek içki satılan yeri, koca “AVM”yi erkenden kapatmış bir “kültürün” evlatlarıyız biz. Bakın televizyonlarda içki kadehleri nasıl buzlanıyor. Özel hayata, hayat tarzına, kimin ne yiyip içtiğine müdahale mi var sanki? Önceden yoktuysa bile şimdi “medeniyet” var ülkede, “medeniyet”!

SMA’LI ÇOCUKLAR İÇİN ÇAĞRI OLDU KİRLİ KAMPANYA

İlaç için aylardır yıllardır sesini duyurmaya çalışıyor SMA (Spinal Müsküler Atrofi) hastası çocukların anneleri, babaları. Farklı tipleri olan SMA çocuklarda konuşma, yürüme, nefes alma ve yutkunma gibi hayatî fonksiyonlarda büyük rahatsızlıklara neden olan bir kas hastalığı. Tedavisinde Türkiye’de ilaçların sadece biri, Spinraza Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından geri ödemeli olarak karşılanıyor ancak bunu bile temin etmekte aileler sıkıntı yaşıyor. Diğer bir ilaç ise Risdiplam. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, bu ilaç için 2020’nin ağustos ayında Maliye Bakanlığı ve SGK ile devrede olduklarını açıklamıştı. Ancak FDA’nın (Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi) onay vermesine, Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu’nun aktif etken maddeler listesine girmiş olmasına rağmen ülkeye getirilmiş değil.

SMA’da dünya kamuoyunda en çok üzerinde durulan ilaç gen tedavisinde damardan enjekte edilerek kullanılan Zolgensma. İlaç araştırma, lisans, pazarlama vb. yönlerden maliyetli olmakla birlikte kâr amacı gütmeyen laboratuvarlarda üretilmesine rağmen çok uluslu bir şirketin tekeline girdiği için fiyatı çok yüksek: ABD için 2.1 milyon dolar, Japonya için 1.55 milyon dolar, Almanya’da için 1 milyon 945 bin Euro. Bazı ülkeler firma ile davalık. Japonya ilacı genel sağlık sigortası kapsamına aldı.

Dünyanın hemen her yerinde tartışma konusu olan Zolgensma’da tedaviye yanıt alınabilmesi için çocuğun iki yaşından küçük veya 21 kilodan az olması gerekiyor. Bundan dolayı Türkiye’de aileler canhıraş bir şekilde mücadele ediyor. Yardım kampanyaları düzenleyerek çocuklarını yurt dışında tedavi ettirmenin yollarını arıyorlar. İlacın tedarik ederek tedavinin devlet hastanelerinde uygulanması için de seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Firmanın Türkiye’ye 600 milyon dolar teklifle geldiği yansıdı medyaya.

Yılbaşı gecesi çekilen “Milli Piyango”da büyük ikramiye çeyrek bilete çıkınca satılmayan diğer üç çeyrek biletin 75 milyon liralık ikramiye tutarı Türkiye Varlık Fonu’na aktarıldı. Sosyal medyada yeni yılın ilk günlerinde yankı bulan “İkramiye SMA hastası çocukların tedavisinde kullanılsın” kampanyasına muhalefet liderleri ile üç büyük şehrin belediye başkanları da destek verince yer yerinden oynadı. Covid-19’da gerçek vaka ve ölüm sayılarını “devletin ulusal çıkarları” gerekçesiyle açıklamayarak kamuoyunda büyük bir yanılgıya yol açan Sağlık Bakanı Koca, derhâl bir açıklama yaparak çağrıyı “kirli kampanya” diye nitelendirdi. Çağrı yapanları “devleti aciz göstermekle” itham etti. Sözlerinin altını “Güncel ve işe yaradığı ispat edilen tüm tedaviler SMA Bilim Kurulumuzun önerisi ile uygulanmaktadır” gibi sözlerle doldurmaya çalıştı. Koca, Zolgensma’nın SMA Bilim Kurulunca değerlendirme aşamasında olduğunu da duyurdu.

İlaçların çok pahalı olmasında rekabet hâlindeki çok uluslu ilaç şirketlerinin, başka deyişle vahşi kapitalizmin rolü aşikâr. Ancak ortada şöyle bir durum da var: Amerikan Nöroloji Akademisi ilaçların tedaviye etkisini Zolgensma’da yüzde 95, Risdiplam’da yüzde 88, Spinraza’nın yüzde 61 oranlarıyla açıklıyor.

Bireysel olarak çözüm bulması imkânsız ailelerin, çocuklarının sağlıklı olarak yaşayabilmesi çabalarına karşılık yurttaşların sosyal medyada bir araya gelerek dayanışma içine girmesiyle bir umut ışığı doğmuştu belki. Vicdanlı insanların gayet makul önerisinin “kirli kampanya” sayılması ve TBMM’de yasa geçirtilerek çocuklarını tedavi ettirebilmek için bağış kampanyası yürüten ailelerinin önüne engel konulması nasıl bir “çaresizlik” örneğidir? Ortada üç ilaçtan sadece biri varken, o da zar zor bulunabilirken yanıtını AKP’li Cumhurbaşkanı versin: “Dünyanın hiçbir yerinde bizdekine benzer bir tedavi uygulaması bulunmuyor. Tedavi alamayan bir tane bile SMA hastamız yok.”

Yardım kampanyası mı? Meselâ Covid-19 nedeniyle Cumhurbaşkanı tarafından “millî dayanışma” kampanyası başlatılarak millete iban numaraları gönderilince ancak. Devleti “aciz göstermenin” âlemi yok şimdi!

REKTÖR BELİRLENMESİ: 1946’DA SEÇİM, BUGÜN DOĞRUDAN ATAMA

Yeni yılın sürprizleri bitmedi tabiî. Boğaziçi Üniversitesi’ne Cumhurbaşkanı tarafından kayyım -af edersiniz- “rektör” atandı bir de. Yeni rektörün özgeçmişinden ilçe başkanlığı kuruculuğundan belediye başkanlığı, milletvekili adaylıklarına kadar AKP ile hemhâl olduğu anlaşıldı ki, bunda şaşılacak bir durum yok sanırım.

Hâliyle öğretim üyesi, öğrencisi, eski mezunları olmak üzere Boğaziçililer ve öğrenci birlikleri atamayı protesto etti. Polis üniversitenin kapısına kelepçe vurdu. Herhâlde başka bir şekilde anlatılmazdı bilime bilgiye, akademiye verilen değer. Protesto hakkı zorbalıkla gasp edildi. Deneyimli polis-adliye muhabiri Toygun Atilla üst düzey polis şeflerinin bile o kelepçeyi kabul edilemez bulduğunu, olayın provokasyon şerhi de düşülerek “işgüzar polislerin işi” olarak değerlendirildiğini yazdı.

Memur edilen yeni rektör mü? Ona göre hava hoştu: Polis doğrusunu yapmıştı; “gücü özgürlüğünde” Habertürk’e çıkartılmış CHP’de siyasete başladığını, Metallica hem de hard rock dinlediğini söyleyerek “elitleri” ikna edecekti sözde. Bu arada, hakkındaki “intihal” söylentilerini de çalışmalarında kimi alıntı paragrafları çift tırnak içinde kullanmayı unutmuş olmakla yanıtladı. Bırakın yüksek lisansı, lisans bitirme tezinde veya ödevlerde böyle bariz bir hata soruşturma nedenidir. Ama onda da şaşırılacak bir durum yoktu. Atanan rektörün Boğaziçi Üniversitesi’ni selamlama metni imlâ hatalarıyla doluydu.

Atamaya itiraza karşı iktidar kanadının öne sürdüğü en büyük argüman atamanın “yasal” olması. Oysa 2016 yılında 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilân edilen OHAL döneminde çıkarılan KHK ile Cumhurbaşkanı’na doğrudan rektör atama yetkisi verilerek hazırlanmıştı yasal zemini. 1980 cuntasının hazırladığı 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun YÖK ile “devlet başkanına” verdiği doğrudan atama yetkisi 1992’deki değişiklikle sınırlandırılmış, üniversitelerde profesör unvanlı öğretim üyelerine seçim hakkı tanınmıştı. 2016’ya kadar üniversitede en çok oyu alan altı adaydan üçü YÖK tarafından devlet başkanına öneriliyor, biri atanıyordu. Değişiklikle denge kurulmak istenmişti ancak yine anti-demokratik bir süreç işliyordu. 1946’da 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu yürürlüğe girerken nasılsa YÖK gibi bir kurul kimsenin aklına gelmediğinden ya da buna cüret edilemediğinden veya kimseye doğrudan atama yetkisi verilmediğinden rektör üniversite içinde seçiliyordu. 1946… 2021… Arada üç çeyrek asır var.

Üniversiteler birçok uzmanlık alanının akademik eğitiminin verildiği yerler. Yalnız eğitimin verildiği değil akademik araştırmaların ve bilimsel gelişmenin beklenildiği, sadece bir meslek edindirmekle kalmayıp öğrencisine esasen analitik düşünmeyi öğretmesi, öğrenciyi bilimsel bilgiyle tanıştırması gereken yüksek eğitim kurumları. İyi bir üniversite bilimle, bilgiyle, araştırmayla, buluşla topluma hem yol gösterme hem de insanlığa fayda sağlama çabasındadır. Bilimsel bilgi ise ancak akademik özgürlüğün olduğu özerk bir üniversitede yeşerebilir. Dünyanın neresine gitseniz bu altın kural değişmez.

Boğaziçi Üniversitesi “Dünyanın En İyi Üniversiteleri” sıralamasında ilk 200’ün içinde yer alan köklü bir eğitim kurumu. Temsil ettiği değerlere ucundan kıyısından dahi sahip olamayacakların “elitistlerin yeri” diye suçladıkları Boğaziçi’ne her kesimden, her şehirden öğrenci başarı puanlarıyla girebiliyor.

Kelime kökeniyle “elit”ten yola çıkarak bunu söylüyorlarsa TDK Sözlük’te “elit” sözcüğünün karşılığı “seçkin” demek. “Seçkin”in ise ilk sözlük anlamı şu: “Benzerleri arasında niteliklerinin yüksekliğiyle göze çarpan, üstün, mümtaz, güzide, mutena.”

İktidarın, Boğaziçi Üniversitesi gibi pek çok üniversiteye kendine memur atadığı, işgüzarlıktan üniversiteye göz açtırmayan ve kişiye özel akademik kadro ilânı açan, eşini, kızını, oğlunu, damadını çeşitli görevlere yerleştiren, cinsiyetçi söylemlerde bulunan rektörleri, üniversiteleri “fuhuş yuvası” olmakla itham eden, “Okuma sayısı arttıkça afakanlar basan” profesörleri, her akşam televizyonlarda iktidarın militanlığını yapan öğretim görevlilerini boş verin. (Alttaki cümle o zihniyette olanlar için değil!)

Şimdi üniversiteye dışarıdan tek bir kişi (Cumhurbaşkanı), birçok akademik uzmanlık alanını çatısı altında bulunduran ve insanların uzun yıllar verdiği emeklerin karşılığında akademisyen unvanını kazanabildiği, iyi eğitim alsın diye ailelerin canını dişine takarak çocuklarını gönderdiği üniversitelerin başına rektör atayacak öyle mi?

2021’e girerken her şeyin bir anda değişeceğini kim söyledi ki?