Sanırım çok zor bir şeydir insanı tanımlamak, herkesin kabul edebileceği ölçüde anlatmak. Bilim insanlarına göre insanın 5 milyon yıldan bu yana, bilinen yanları kadar bilinmeyen özelliklerinin de hala devam ettiğini düşündüğümüzde ne demek istediğim daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum. Yaşınız kaç olursa olsun hayattan öğreneceğiniz hala bir şeyler olduğunu fark ediyorsunuz.

İnsan her şeyden önce araştıran, bilmek isteyen düşünsel bir varlık. Öyle olmasaydı bugün insana özgü buluşların hiçbiri var olmayacaktı. Öküzü sabana koşan da insan, öküzün boynuzunu oynatmasıyla depremin olduğuna inanan, yarın Merih'e ayak basacak, orada yaşam koşullarını araştıracak olan da insan!.. Doğa da insan gibi tıpkı! Bir yandan yanardağlar püskürür; evleri, insanları yıkıma uğratır; öbür taraftan her çeşit ürünleriyle yalnız insanı değil, üzerinde yaşayan bütün canlıları besler, hoşnut eder...

Var olan her şey bir gün yok olacaktır. Daha doğrusu değişime uğrayacak. Yok olan canlının, insanın yeniden dirilmesi imkansızdır. Akla ve mantığa aykırıdır. Bu konudaki bütün inandırma çabaları insanda var olan ölüm korkusunu yenmek, insanları avundurmak amacını güder.

Çağımız insanı tedirgindir. Belli bir amacın değil, çeşitli düşünce ve duygu karmaşığının tutsağı olmuş ve hatta ne yapacağını bilmemekte ve günün doğumundan bile habersiz yaşamaktadır. Çoğunlukla bunalımının nedenleri onun için oldukça karışıktır. En yakınındaki ölen arkadaşıyla ilgilenecek zamanı bile bulmakta güçlük çekmekte! Kimi zaman baba, kızının cenazesine gidemediği haberlerini duyuyoruz. Acının varlığı zamanın yokluğuyla çarpışmakta! Bu durum, gitgide onu çevresine karşı ilgisiz, duygusuz kılmaktadır. Demek gerekirse, çağımızın insanı bitkisel bir yaşam içinde her şeyden soğumuş ve taşlaşmıştır! Ne bulunduğu yerin farkında, ne de zamanının! Onca zaman geçiyor mu, duruyor mu belli değil! Bu belirsizlik onda ilgisizliğe, soğukluğa ve vurdumduymazlığa dönüşmektedir...

İnsan, düşünen bir varlık. Bütün diğer varlıklardan ayrılan yanı, bir şey üzerinde düşünüp sonuca varması. İşte bu özellik onu diğer varlıklardan üstün kılar. Mağara yaşamından günümüze ilişkin, bütün uygarlık insan yapıtından başka bir şey değil! İnsandaki bu atılım, bu düşünme yeteneği onu, içinde yaşadığımız doğaya egemen kılmış, neredeyse tanrılaşmaya götürmüştür. Her insanın düşüncesinde, şu ya da bu biçimde bir buluş yatar. Düşünme, sezme, araştırma, sorgulama, sonuca gitme özellikleri insana aittir.

İnsan, doğruyu, yanlışı aklıyla kavrar. Hayvanlar içgüdüleriyle davranır. İnsanın akılsal, hayvanınki içgüdüseldir. İnsandan başka hiçbir canlı, sanat yapıtı ortaya koymak için düşünmez. İnsanın ayrılmaz özelliklerinden biri sanattır. Bu da onun yaratıcı özelliğinin ifadesidir. Örneğin örümcek böceği ağı görünüşte bir sanat yapıtı özelliği izlenimini bırakır. Ama bütün çağlar boyunca bu böyledir. Açıkçası örümceğin ağı asırlardır ne bir yeniliğe, ne de bir değişime uğramıştır. Bir başka örnek; bilim, köpek balıklarının evrende 300 milyon yıldan fazla süreden bu yana var olduğunu belirtir. 300 milyon yıldan beri köpek balıklarının yaşam şekillerinde büyük değişim olmadığı yine bilimsel bir gerçek. Oysa insandaki yaratıcılık, hayvandaki içgüdüden daha değişik, daha zengin bir oluşuma yönelir. Yaratıcılık akla, içgüdü biyolojik ihtiyaca dayanır...

İnsan, aklını insanlığın, evrendeki tüm canlıların, hatta genel olarak doğanın iyiliğine kullanmadığı sürece, kendi sonunu hazırlıyor demektir. Doğa bir süreçler birikiminin sonucu ve ürünüdür. Doğa, ne yarardan, ne de zarardan yanadır. Doğanın yararlarından yana olmak, zararlarından kaçmak biz insanlara özgüdür. İnsanda olduğu gibi doğada anlamak, düşünmek, düşünüp karar vermek, pişman olmak, bir anda yanlışını düzeltmek düşüncesi yoktur. Bütün bu özellikler insana özgüdür. Doğada duygululuk olsa bile, bu kör bir duygudan başka bir şey değildir. Doğa için ateşe atılan sinekle insan arasında hiçbir ayrım yok. Onun için ikisi karşısında acımazsızlığı aynıdır.

Düşünsel bir varlık olan insan olmasaydı, tanrı kavramı da var olmayacaktı. Düşünce nedir? Düşünce, maddeden başka bir şey olmayan insan beyninin duygulanımlar sonucu bir salgısı veya ürünü değil mi? Nesne olmasaydı, düşünce de olmayacaktı. Tanrının, tanrı kavramının nedeni de doğal olarak düşüncedir.

Gerçekte, (somut olarak) varlığı kanıtlanmayan, kanıtlanamayan, imgesel bir dünyanın avuntularıyla kendine yabancılaşan insan, özgürlüğünü daha başlangıçta yitirmiştir. Ama insan düşüncesini, aklını, sağduyusunu kullanarak özgürlüğüne kavuşabilir. O zaman, insan evrendeki gerçek yerini alarak görevini anlamaya başlar.

Özgür bir düşünce, tek başına düşünmeye başlamakla gerçekleşebilir. Çünkü (özgür olarak) düşünme yapmak bir iştir. İnsanın dinsel saplantısı, özgür düşünmemenin sonucu olarak kendisine güvensizliğin bir ürünüdür. İnsanın doğa güçleri karşısındaki çaresizliği, onu bir sığınma ihtiyacı içine atmıştır. Doğa yıkımları karşısında kimliğini yitiren insan, onu imgesel bir dünyada aramak zorunda kalmıştır. Arkasından yığın yığın cennet, cehennem, cinler, periler, şeytan-melek öyküleri başlamıştır.

Dinin hangi nedenlerle ortaya çıktığı zaman zaman tartışılır. Din, korkunun bir çocuğudur. İnsanın yarınından, geleceğinden korkması onu, kendinden daha güçlü bir şeye veya şeylere sığınma ihtiyacını doğurur. İşte dinler gibi, tanrılar da yeryüzünde böyle var oldular. İnsandaki korkunun yarattığı hayal gücü, onu bilinmeyen bir güce, hayal dünyasına sürükledi. İnsanın büyüyen yalnızlığı, kendini doğal güçler (ölüm, yıkım, açlık vs.) karşısında yetersiz görmesi ilk önceleri onu içinden çıkılmaz bunalımlara sürüklemiştir. Bunalımların uçurumunda kurtuluşu hayal gücünün dünyasında bulan insan, varlığını tanımadığı bir güce, hayal dünyasına bırakır. İçinde yaşamış olduğu gerçek bir dünyadan ayrı, hayali bir dünyanın düşleriyle dolmaya başlar. Bedeniyle gerçek dünyanın, düşleriyle kurgusal bir dünyanın varlığı olup çıkar. Kendisinin bizzat yarattığı bu çifte yaşam, onu kanıtlanması imkansız bir dünyayla gerçek dünya arasında sürükler durur. Böylece insan, kendisinin de anlam veremediği bir yabancılaşmaya uğrar. Başı dönmüştür. Öbür dünyanın (kurgusal dünya) varlığı hayaliyle avunur. Öyle zaman gelir ki, soluk alıp yaşamış olduğu gerçek dünyayı yadsımaya kalkar.

Uzun sözün kısası, insanın, kendi değerlerini, gücünü anlayıp kendi gerçeklerine bağlanması gerekir. İnsan kendine özgü, kendi yaşamına dönmek zorundadır. İpleri, bilinmeyen bir gücün elinde bulunan bir yaşam, doğanın insana vermiş olduğu bir yaşam değildir. Hele böyle bir yaşamın tutsağı olarak insanın kendisini oyalaması, insanlığının dışına çıkması, kendi gerçeklerini inkar edip kendine tümüyle yabancılaşması demektir...