Leyla Zana’yı dinlerken duygularıma hâkim olamadım, birkaç cümle sonra televizyondan koptum. Onu, hapisten yeni çıktıkları günlerde, Orhan Doğanla birlikte tanımıştım. Dün Zana ile ekranda karşılaştığımda, sevimli, içten haliyle Orhan Doğan’ı görür gibi oldum; boğazıma bir şey tıkandı, tutamadım kendimi.
Tanıştığımızda, ikisi de, ormanın ağaçları kadar doğal yaşadıkları, asırlık çınarlar kadar ağır kış koşullarına dayandıklarını belli etmeden, hep bahar günlerinde yaşamış gibi duruyorlardı.
Vefatı üzerinden beş yıl geçti, çok yakını olmadığım halde, ülkesi ve halkı için yaşayan Orhan Bey’in yokluğunu zaman zaman acıyla hatırlar, insanın insana neler yapabildiğine hayıflanırım.
Leyla Zana dün, “Soru almayacağım” diye basın toplantısını bitirirken, başladığı andan daha güçlüydü. İlk cümlesinden itibaren samimiyeti, kırıcı kelime kullanmamaya dikkati, çektiklerini hiç hatırlamıyormuş gibi duruşu saygı uyandırmış olmalıdır.
Ölçülüydü, ağırbaşlıydı, sanki Türklerin ve Kürtlerin sorumluluğunu birlikte taşıyordu. Söylediği gibi, ‘aklı, vicdanı, yüreği ve öngörüleriyle’ hareket etmişti. Sadece dün değil, yıllardan beri öyleydi; aklının dediğini, vicdanının sesini dinliyordu.
Leyla Hanım, ne zamandan beri bu kadar gerçekçiydi bilemiyorum. İnsan zaman içinde fazla değişmez, 21 yıl önce de gerçekçi olmalıydı. Eğer öyle idiyse sonraki hapishane yıllarına bir kez daha isyan ediyorum. Devlet böyle bir halk önderini Kürtlerden koparmış, almış götürmüştür de ne kazanmıştır?
Girişiminin dayanağını ve Kürt meselesinin günümüzdeki önemini anlatan Sayın Zana’nın açıklamasında iki husus öne çıkıyor: Barış süreci ve yapılması gerekenler.
Leyla Hanım, sorunu ve durumu “Yaralarımız açık ve kanıyor” diyerek çok güzel anlattı: Bu tanımı tamamlayacak başka bir nitelik yok; gerçekten bir yaramız vardır, yaramızın üstü açıktır, kanamaktadır. Daha ne söylesin?
Barış sürecinde, barışın tasarlanmasına ve inşasına Türkiye halkları, Türkler ve Kürtler katılmalı, sonuç onların eserleri olmalıydı.
Açıklamada, barışa herkesin ihtiyacı olduğunun altı çizildikten sonra barış sürecine herkesin aynı yetkiyle katılması gerektiği ve zorunluluğu belirtilmektedir.
Leyla Hanım, barış sürecini tanımlayan bu gerekçelerinden sonra üç konuyu dile getirmiştir:
1- Oslo görüşmeleri bir biçimde yeniden başlamalıdır.
2- Kürtçenin seçmeli dersler arasına girmesi olumlu karşılanmıştır ancak anadilde eğitim taleplerini karşılamamaktadır.
3- Sayın Öcalan’ın ev hapsine alınabilmesi hayati önem taşımaktadır.
Doğru; görüşmeler hemen başlamalıdır. İsteğe ve insan gücüne bağlı olarak eğitim Kürtçe ve Türkçe yapılmalıdır. Ancak Öcalan’la ilgili istek, görüşülmeden, kamuoyu ve iktidarın gücüne bırakılmalıdır. Öcalan konusunun görüşmelerde koşul olarak ileri sürülmesi, zaman kaybı ve yaranın kanaması sonucunu verir. Bilinmelidir ki Kürt meselesi çözülen ülkede, kimse Öcalan’ı hapiste tutmaz, tutamaz!
Bu arada Sayın Zana’nın konuşmasının bir eksiğine işaret etmek istiyorum: Bütün düşünülenler gerçekleşse de, yerinden yönetime geçilmemiş ise, ülke yönetiminde zafiyet kalacak, Kürt meselesi çözülmüş olmayacaktır.
Leyla Zana kırmadan, dökmeden de isteklerin söylenebileceğini, hakaret etmeden de karşı görüş açıklanabileceğini göstererek bazı Kürt ve Türk politikacılara örnek olmuştur.
Keşke Başbakan Erdoğan, Zana’yı dinleyebilseydi; belki Kayseri’deki konuşmasında, BDP ve medya için ayıplanacak sıfatların bulunduğu o cümleleri kurmazdı!