Bir ekonomistimiz soruyor: "Dünyanın 20 büyük ekonomisi arasında olup da şu ana kadar bizden başka bronz dışında madalya alamamış ülke yok; bu nasıl oluyor?"

Muğla'nın Fethiye ilçesinde nişanlısından ayrılmak isteyen genç bir kadını ailesi zorla bir odaya kapıyor ve nişanlısının ona tecavüz etmesi için kapının dışında bekliyor. Kadıncağız kendini zor kurtarıyor. Namus ve bekâret konusunda bu kadar hassas olan bir ülkede bu nasıl oluyor?

Bu konuların fetişleştirildiği kimi yörelerimizde bunca kadın intiharının aile fertlerince tecavüze uğradıktan sonra olayın örtbas edilmesi veya hamileliğin ortaya çıkmasını önlemek, öldürülmelerini saklamak için olduğu bilinmesine rağmen bu ikiyüzlülük nasıl sürdürülüyor?

Gerçekler ve algılar

Hani Osmanlı'dan koparılan topraklara askeri olarak olmasa da siyasi olarak geri dönecek ve buraların yapılanmasında başat aktör olacaktık? Oysa bugün kendi içimizden çıkan bir silahlı örgütle ülke bütünlüğü ve egemenlik mücadelesi veriyoruz. Bu büyük bölgesel iddia ile fiili durum arasında nasıl bu kadar büyük bir gerçeklik algısı farkı olabiliyor?

Komşumuz Suriye'nin Devlet Başkanı Beşşar Esed "kardeşimiz" miydi, düşmanımız mı? Sırayla her ikisi de olabiliyorsa bu onun marifeti mi bizim mi?

Biz, BM. Güvenlik Konseyi'nde İran'ın nükleer programına karşı sert yaptırımlar, hatta müdahale kararı çıkmasın diye dünyayı karşımıza almıştık; şimdi nasıl oluyor da İran Genelkurmay Başkanı, "Suriye'de hükümet düşerse, sıra Türkiye'ye gelecek" diyor?
Ailesi Fransa'ya yerleşmiş ve yurttaşlık almış bir Türk ailenin kızı üniversite okurken öğrenci değişimi programı Erasmus yoluyla Türkiye'de bir yıl okumaya geliyor. Sevil Sevimli, orada son derece sıradan bir hak olan 1 Mayıs gösterilerine katılmak ve parasız yüksek öğretim istemek "suçuyla" tutuklanıp 90 gün içeride yatıyor. Sevil sorgusunu anlatırken kendisine yöneltilen soruları şöyle sıralıyor: "Grup Yorum'un konserine gittin mi?" "1 Mayıs'a (gösteriye) gittin mi?" "Bir Mayıs pikniğine gittin mi?" "Güler Zele belgeselini izledin mi?" Sevil yanıt veriyor: "Bunların tamamına gittim. Sonuçta hepsi yasal. Bu sorular karşısında şaşırdım. Hem örgüt deyip hem de böyle sorular sordular... Türkiye'de gençlerin kendi hakkını savunmasını unutturuyorlar. Burada gençleri görüyorum eğlence, içki sigara... Yani kendilerini unutuyorlar. İdealleri yok gibi." (Posta, 8-8-2012)

Bu değerlendirme üç soruyu hak ediyor: Her biri son derece doğal ve yasal olan eylemler için bir genç neden tutuklanır ve aylarca içeride yatırılır? Pasif, toplumsal sorunlar ve hakları konusunda edilgin, yılgın ve duyarsız bir gençlik mi istiyoruz? İstikbalini teslim edeceği gençliği bu kadar örseleyen, ezen ve yıldıran bir düzenden dinamik ve dünyada sözü geçen, itibar sahibi bir toplum çıkar mı?

Bizim bu sorulara verilecek inandırıcı yanıtlarımız olmalı. 20. Yüzyılda başarılı olmuş olan ulusların neden ve nasıl başarılı olduklarını sorgulamak ve yol gösterici yanıtlar bulmak zorundayız. Yoksa ilk on yılını devirdiğimiz 21. yüzyılın önemli bir bölümünü de ıskalamak durumunda kalabiliriz. Eğer böyle bir aymazlığa düşersek bildiğimiz bir Türkiye'de yaşayabilecek miyiz?

Geç mi kaldık?

Benim ölçüm Singapur, Güney Kore ve Çin. Bu ülkeler 20. yüzyılın ikinci yarısında ne olacakları, ne yapacakları v e 21. yüzyıla nasıl bir toplum olarak gireceklerine karar verdiler. Taklitçilikten mucitliğe, bilgi aktarımından üretimine, bilim ve teknoloji ithal etmekten üretip ihraç etmeye, buna uygun bir iş gücü ve teknik-sınaî altyapıyı kurmaya yöneldiler. Toplumsal hayatın her alanında bu atılımın gereğini yerine getirmeye çalıştılar. Birer üçüncü dünya ülkesi olmaktan birinci dünya ülkesi olmak kararlılığıyla hareket ettiler ve başardılar.

İmdiii, biz nasıl bir toplum olmaya karar verdik? Yoksa daha hâlâ nasıl bir toplum olacağımıza, hangi hukuki, idari, bilimsel ve ahlaki değerleri benimseyeceğimize ulusça karar vermedik mi? Acaba bunun için mi hâlâ aramızda çatışıp duruyoruz? Geç mi kalıyoruz?