Siyasetin ne olduğu konusunda birçok tanım yapılmıştır ama bence en anlamlısı "ortak yaşamın birlikte ve uzlaşarak düzenlenmesi"dir.

Yöntemler ve kurumlar farklılıklar gösterse de 1- Ortak (toplumsal) yaşam; 2- Birlikte karar verme (geniş katılımlı) ve 3- (Müzakere, pazarlık) ve uzlaşma, siyasetin ayrılmaz ögeleridir. Bunlar yoksa ortada siyaset değil idare veya yönetim vardır. Baskı, tehdit, aldatma ve halk dalkavukluğu (popülizm) gibi yöntemler ön plandadır.

Demokrasi zahmetlidir

İdarede/yönetimde, toplumun değil, egemenliği bir biçimde ele geçirmiş (bu başta seçimle de olabilir) bir azınlığın iradesi söz konusudur. Yönetim, toplumsal (temsili) örgütlerden çok devlet aygıtına dayanarak sürdürülür. Toplumsal örgütlerin çokluğu ve etkinliği devlete dayanan idarenin gücünü sınırlar. O nedenle demokrasi ve siyaset (daha doğrusu demokratik siyaset) örgütlü toplumlarda gelişebilir. Devletin toplum üzerindeki vesayeti ancak böyle önlenebilir.

Bu doğrusal gerçekliğin tek istisnası toplumsal örgütlenmenin gücüyle iktidara gelenlerin yeniden devleti tahkim edip toplumu, devlet kurumları üzerinden yönetmeyi ve yönlendirmeyi tercih etmeleridir. Toplumun içinde barındırdığı farklılıkları yönetmek, toplumun çeşitli kesimlerinin farklı çıkar ve beklentilerini karşılamak kolay değildir. Bu nedenle demokratik süreçlerle iktidar olan kadrolar, bir süre sonra toplumsal örgütlerin gücünü azaltarak kendi görüş ve eğilimleri (tabii çıkarları) doğrultusunda devlete yaslanarak yönetmeye başlayabilirler. Yani siyaseti, yönetime kurban edebilirler.

Türkiye hâlâ demokrasi ile yönetim arasındaki tercihi tam yapabilmiş bir ülke değildir. Demokrasiyi kaotik, 'yönetimi' daha pragmatik ve istikrarlı göstermek çabaları hâlâ ağır basıyor. Biraz da kuvvetli liderlik (tek adam yönetimi) geleneği ile beslenince yönetim seçeneği demokrasiye tercih ediliyor.

HAS Parti olayı

Yakınlarda bu tartışmaya katkıda bulunacak bir olaya şahit olduk. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, HAS Parti Başkanı Numan Kurtulmuş'u parti teşkilatıyla birlikte AK Parti'ye katılmaya davet etti. Kurtulmuş da kabul etti. Aynı davetin eski Demokrat Parti Başkanı Süleyman Soylu, Büyük Birlik Partisi eski Başkanı Yalçın Topçu'ya ve Saadet Partisi'nden Fatih Erbakan'a da yapılacağı söyleniyor. Bu isimler ya tekil olarak ya da partileriyle AK Parti çatısı altında oluşacak büyük SAĞ koalisyona katılmaya çağrılıyorlar.

Bu çağrının nedeni konusunda iki tahmin yürütülebilir:

1- 2014 yılında ilk kez halkın oylarıyla cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak. Seçimin en kuvvetli adayı Başbakan. Bunu istediğini hiç saklamıyor. Ama icracı bir başkan olmak için anayasa dahil önemli değişiklikler istiyor. Bunun için %50'nin üzerinde oy alması yeterli değil. Bu teknik çoğunluğun üzerine, kuvvetli bir başkan olmak için en az bir %10 daha koymalı ki üçte ikiye yakın 'nitelikli çoğunluk' sağlayabilsin.

2- Bu oranda bir halk desteği sağlayamadığı takdirde Sayın Erdoğan, arkada bıraktığı partinin desteğine ihtiyaç duyacak.

O nedenle iki şey gerekli:

a) Partisinin kuvvetli ellerde olması (güvenilirliğini ve etkinliğini koruması) ama tek adamın eline geçip kendisiyle köprüleri atmaması. AK Parti'nin kendisiyle irtibatlı ve sadık bir kolektif karar odağı tarafından yönetilmesi. Aksi halde Çankaya çok yalnız ve steril bir yer haline gelebilir.

b) Milliyetçisi, liberali, İslamcısı, anti-siyonisti (Erbakan) ile tüm SAĞ'ın aynı merkezin etrafında toplanması. Bu hamleden murat edilen önce Sayın Erdoğan'ın başkanlık yarışında oy alacağı kesimde safların sıklaştırılması ve firenin en aza indirilmesi. Sonra da seçime kadarki sürede AK Parti'den soğuma veya kopmalar olması durumunda gidilecek adreslerin azaltması.

Meseleyi şöyle özetleyeyim: Başbakan Çankaya'ya; tabela partileri de AK Parti'ye. Bu sürece, sistemin ayrıntılardan temizlenmesi ve demokrasinin mi, yönetimin mi tercih edileceğinin netleşmesi diyebiliriz.