Son zamanlarda seyrettiğim dizilerde aile kavramına vurgu yapılıyor. Kahramanlar dönüp dolaşıp güvenli alan olarak ailelerine geri dönüyorlar. Hikayenin alt metninde vurgulan, zihinsel ya da bedensel olarak çıktığın yere geri dönmek.

Peki aile nedir?

Kan bağı ile bağlı olduğumuz insanlar mı?

Yoksa hayatımız boyunca dokunduğumuz, gönül bağı kurduğumuz; her zaman yan yana olmasak da bir yerlerde yaşadığını bildiğimiz hatta ölümlerine rağmen zihnimizde yaşattığımız insanlar mı?

Köksüz bir ağaç gibi toprağa değmeden gönül bağı ile bağlı olduğumuz insanlar ve nesneler var hayatın içinde.  Varlığımızı böyle idame ediyoruz.

Herkes başka türlü tanımlar hayatın içindeki varlığını,

Bugünkü bilgimle ben böyle tanımlamayı seviyorum.

Bir insanın ruh ve beden bütünlüğünün başka birinin evi olacağı kavramını, bir arkadaşımın sayesinde öğrendim.

“Sen benim evimsin” diyor.

Ursula L. Guin de ilk evimizin kendi bedenimiz olduğunu söyler. 

Tüm bunlar soyut kavramlar, okuyan herkesin bunları anlamasını beklemiyorum.

Çünkü kimileri kalp gözleriyle görür ve anlar.

Kimileri gördüklerini zihin süzgecinden geçirip kalplerinde demlendirir.

O yüzden seyrettiğim dizi üzerinden biraz daha konuyu anlatıp, yazımı bitirmek istiyorum.

Size bahsetmek istediğim dizinin adı Save Me.

Baş rolünde olan Lennie James aynı zamanda dizinin senaristliğini de üstlenmiş.

Üç yaşında bir kere gördüğü kızını arayan bir babayı canlandırıyor.

Siyahi bir adam beyaz bir kadınla evleniyor. Sonra ayrılıyor. Kadın başka bir beyazla evlenmiş. Ve siyahi baba küçük kızının velayetini hiç tartışmadan annesine bırakmış. Ona bıraktığında olayı uzatmadığı için kendi içinde bir zafer kazandığını bile düşünmüş.

Küçük kız 13 yaşına gelene kadar üvey babası, üvey ağabeysi ve annesiyle birlikte elit bir ortamda yaşamış.

Baba bu sırada dostlar biriktirmiş.

Hayata tutunamadığını düşünen insanların birbirini fark edip tutunduğu, bir dünyaya dahil olmuş.

Baba ev denecek bir çatının altında yaşamıyor. Birbirinden haberi olmayan kadınların evlerinde kalıyor. Hepsinin kalbinde ayrı bir yeri var. Kadınların da kalplerinde, hayatlarında açtıkları ayrı bir yer.

Baba her bir insanla yan yana geldiğinde onlarla sağlam samimi ilşkiler kurmuş. Çünkü hep duyguları net olmuş.

 Ama onların sadece kendisine gösterdikleri yanlarını tanıyor.

Küçük kızı 13 yaşına gelip annesine bir video kaydı bırakıp ortadan kaybolduğunda işler değişiyor.

Çünkü küçük kız, annesine babasını bulmak üzere gittiğini söylüyor.

Oysa babası senelerdir kızını hiç aklına getirmemiş, onunla hiçbir bağ kurmamış.

Doğal olarak polis önce babayı gözaltına alıyor. Çünkü profili, polisin gözünde karanlık tarafa geçmeye müsait.

Baba ise küçük kızının videosunu izledikten sonra ona bulmak isteyen kızını aramaya amaç ediniyor. Etrafındaki arkadaşları da ona her şekilde yardım ediyorlar. Kimileri isteyerek, kimileri de kusurlu karanlık yanlarıyla fark ettirerek.

Onların karanlık yanlarında koşuyor. Aydınlık yanlarında nefes alıyor.

Tüm bölümlerde babanın üzerinde sarı bir mont var. Sürekli koşturuyor. Mücadele ediyor. Sahneler karanlık ve o sarı mont pırıl pırıl parlıyor ekranda.

Sarı aklın ve zekanın simgesi. Aynı zamanda yaratıcılığın, hayatın neşesinin de simgesi.

Gerçekten hiç soğukkanlılığını kaybetmiyor, oysa arkadaşları onu öfkeli bir adam olarak tanımlıyorlar.

Çocuğunu ararken önüne çıkan engelleri soğukkanlı bir şekilde sakince, aklını kullanarak hallediyor.

Peki bu görüntü bütünlüğünde kalbi kim temsil ediyor? diye sordum kendime.

Çünkü ahenk evrenin her anına sinmiş durumda. Ahenk yoksa bir tıkanıklık var demektir o durumun içinde.

Ve bu seyrettiğim şeyde tıkanıklığı açan, ahengi sağlayan şey dostluk.

Kimi kişisel ihtiyaçtan, kimi sebepsiz kurulmuş bağlardan ötürü oluşan o görülmez şey.

Hikaye bu ahenkle yavaş yavaş bir kabuğun soyulup içindeki meyvenin ortaya çıkması gibi nihayetinde sonuçlanıyor.

Hikanenin en derininin de başka bir mesajı daha var.

Pedofilinin normalleştirilmesi.

Artık hayatımızda o kadar çok görünür hale geldi ki ailelerin sırrı olmaktan çıktı bu kavram.

Şimdi dizilerde gay, lezbiyen gibi karakterlerin yanında bir pedofili karakterine rastlamakta mümkün.

Bu senaryoda pedofili olan insanların ne hissettiklerini, istismara uğramış genç kızların hissettiklerini hatta yaşlı eşlerin ne hissettiğini bilmek mümkün.

Yaşlı bir kadın pedofili hastası kocasına olan duygularını anlatıyor mesela. Onu hala güzel bulduğunu sanmasını, artık sahte gelen tutkusunu.

Ya da babasının istismarına uğramış küçük kızın bir pedofili yassak aşkına şahitlik edebilirsiniz bu senaryonun içinde.

Gerçek hayatta bunlar mutlaka var.

Bir dizinin başına oturup, sevişirken duvarlarınızı indirdiğiniz gibi savunmasız bir halde hikayenin içine girip yaşamaya başladığınızda, bu tür bilgileri de hiç fark etmeden alır ve zamanla normalleştirirsiniz.

Sonra bir de bakmışsınız bir akşam onur konuğunuz olmuş o insanlardan biri.

100 yıl geriden takip ettiğimiz bir dünyanın içinde yaşıyoruz. O yüzden sipariş senaryo kavramı henüz kafalarımızın basmadığı bir kavram.

Koltuklarımıza yayılıp kafamızı boşaltmak için seyrettiğimiz bu dizilerdeki kavramlar, zamanla hayatımızın şekillenmesinde önemli yapı taşlarını oluşturuyor. Ve biz bunu hiç fark edemiyoruz.

Bir pedofili hastasını anlamak ya da onun çevresindeki insanların duygularını anlamak, onları içselleştirmek insana ne kazandırır?

Bu sorunun cevabı siz de ne bilmiyorum.

Bazen anlamak beni kesmiyor hatta çaresiz hissediyorum kendimi.

Çünkü bana hiçbir şey kazandırmıyor. Sadece duyguyu daha net görmemi sağlıyor.

Somut olan görüntüler net gerçekler demek, bu da bazen mide bulandırıyor.

Güzel günlerde görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.