The Place adından bir film seyrettim. Yönetmenliğini Paolo Genovese’nin yaptığı filmde sekiz tane insan bir restoranda bir adamın karşısına oturup hayatta en çok istedikleri şeyi söylüyorlar.

Bu hayatta en çok yapmak istediğiniz şey nedir? Daha da önemlisi bu isteğinizin karşılığında nasıl bir bedel ödemeye razısınız?

Yönetmen Paolo Genovese 2017 yapımı filmi The Place’te bu konuyu işlemiş.

Her gün hiç farkında olmadan yaptığımız seçimlerimizi ve karşılığında ödediğimiz bedellerimizi bir hatırlatmak istemiş bize.

Bunun için sekiz karakter kullanmış ve bu karakterler hiç farkında olmadan birbirlerinin hayatlarına dahil olup, onların da hikayelerini ya da kaderlerini etkileme gücüne sahipler. Yani varoluş sebeplerinden bir tanesi de diğerinin hayatına dokunmak.

Tüm dokunuşlar ve sonucundaki değişimler, kişilerin karşılıklı seçimleriyle ve tercihleriyle meydana gelmekte değil mi zaten?

Yönetmen, önünde bir defterle masaya oturttuğu kahramanının kim olduğu hakkında pek bir detay vermiyor.

Bir restoranda, önünde defteri masanın başında oturan adamın karşısına insanlar gelip hayatta en çok istedikleri şeyi söylüyorlar. Adam defterini açıp bu hayalin gerçekleşmesi için yapması gereken ya da ödenmesi gereken bedeli söylüyor. Daha doğrusu açtığı defter ona söylüyor.

Film boyunca adamın in mi cin mi olduğunu düşünüyor insan, bu soruyu yönetmen sanki seyircinin ağzından tüm gün adamı izleyen güzel garson kadına sorduruyor.

Her akşam, gün sonunda kadın, adamın yanına gelip, ona sorular soruyor; bazen dişi yanını öne çıkarıyor bazen de insani ama adamın hiç ilgisini çekemiyor. İştahla katılmıyor adam sohbetlere. Kadın hiç yılmıyor gerçi, her akşam bir bahane ile masasına oturup, birkaç laf almaya çalışıyor adamın ağzından kendi hakkında.

Tüm gün kafeteryada oturup bir yandan bir şeyler atıştırırken, insanların duygusal konuşmalarına hep mesafeli yaklaşıyor adam.

Yaşlı bir kadın, alzheimer olan kocasını aklı başında geri istiyor. Masanın öteki tarafında oturan adam, önündeki defteri açıp bir şeyler not ediyor ve diyor ki yaşlı kadına, birilerini öldürmen gerek. Öyle bir kişi değil çok fazla insan öldürmelisin.

Kadın diyor ki ben yapamam insan öldüremem.

Masanın karşısında oturan adam diyor ki öldürmelisin, isteğinin gerçekleşmesi için bunu yapmalısın. İnsanlar hep yaparlar.

Peki diyor kadın kalkıyor masadan.

Birçok kez geri geliyor, bombayı hazırlıyor. Bazen vazgeçiyor, bazen tamam, yerleştirdim en kalabalık restorana diyor.

En son kararını açıklamaya geldiğinde ise elinde bombayla geliyor. Burada patlatacağım bombayı diyor.

İlk kez insani bir telaş görüyoruz masanın öteki tarafındaki adamda, telaşla etrafına bakıyor. Güzel garson kadını arıyor gözleri.

Yaşlı kadın telaşını fark ediyor ve gülümsüyor, hepimizin kaybetmekten korktuğu insanlar var öyle değil mi? diye soruyor.

Ben kocamı eskisi gibi geri kazandığımda kocam aynı olacak ama ben bir sürü insanı öldürmüş biri olacağım. O yüzden vazgeçtim, hiçbir şey istemiyorum diyor.

Ve masanın öteki tarafındaki adam kadına ait kağıdı defterinin arasından çıkarıp yakıyor.

Bir rahibe artık tanrıyı hissedemediğini yeniden tanrıyı hissetmek istediğini söylüyor. Adam ona hamile kalmasını söylüyor. Kadın ben rahibeyim diyor. Adam hamile kalması konusunda ısrar ediyor.

Kör bir adam gözlerinin açılmasını istiyor. Ona da masanın öteki tarafında oturan adam defterini açıp bir kadına tecavüz etmesi gerektiğini söylüyor. Adam önce itiraz etse de bunu kabul ediyor.  

Kör adam, kadınlara kızgın aslında, kör olduğu için yanında uzun süre durmadıklarını söylüyor.

Rahibe kadın kör adamla tanışıyor. Ve kör olduğu için adamın yanında olmaktan utanmıyor. Tam tersine huzur duyuyor.

Kör adamla kadın bir süre flört ediyorlar, ikisi de niyetlerini birbirlerinden saklıyor. Adamın tecavüz etmek istediği zaman da kadın onu sakinleştiriyor. Adamın sevişmesi tecavüz olmuyor bu yüzden. Kadın hamile kalıyor. Kadın adamı tanıdığında tanrıyı yeniden hissetmeye başlıyor, hamile kaldığında adama bunu söylemiyor ve onu terk ediyor. Çocuğunu tek başına yetiştirmek istiyor. Kör adam da hayatına bildiği tek renk olan siyahla, yeniden devam ediyor.

Diğer insanların hikayelerinde karakterlerine göre seçimleri zaman ilerledikçe dallanıp budaklanıyor, bazen de hayatlarını kaybetmelerine sebep oluyor.

Bu film üçüncü gözle kendi seçimlerimize hızla bir göz atmamızı hatta hayatın işleyişini yeniden çek etmemizi sağlayacak bir hatırlatma, bir dip not kıvamında.

Benim karşıma tesadüfen çıktı. Kadınlar hakkında yazmaya devam edecektim aslında ben.

Şiddet mağduru olan kadınlar, onların yakınları olan aileleri ve onların sesini duyurmak isteyen kadın hakları platformlarıyla birlikte 25 Kasım Pazar günü sokağa çıkıp, tüm dünyayla aynı günde seslerini duyurmak istediler. Hükümet onlara şiddetle karşılık vermeyi tercih etti.

Yetkililerden biri, kadınlar polise saldırmak için sokağa çıkmış, dedi.

Olsun onun tercihi.

Onun baktığı yer, değiştiremeyiz.

Onun da bir hikayesi vardır mutlaka, ben başka hikayelerden bahsetmek istiyorum.

Haberini okumuşsunuzdur belki. Sezgi Kırıt, 16 yaşında bir genç kız. 2009 yılında kayboldu. 10 gün sonra yaşadığı yerden uzakta cesedi bulundu.

İnternetten bir adamla tanışmış. Büyük ihtimal ekmek alma bahanesiyle sevdiği adamla üç beş dakika sohbet etmek amacıyla evden çıkmış kaybolduğu gün. Sezgi’nin amacı her ne olursa olsun mutlu bir şeyler dilediği, hayal ettiği kesin. Ama sevdiği adam onun gibi düşünmemiş.

Onu bir arkadaşının evine götürüyor Sezgi’nin internetten tanıştığı adam. Evde üstelik arkadaşının annesi ve büyük annesi de var.

16 yaşındaki kıza uyuşturucu enjekte etmiş bu iki adam ona tecavüz etmişler. Boğazında delik varmış, öldüğünde. Yüzünde yırtık. Dişlerini kırmışlar. Kalp krizi geçirip ölmüş Sezgi Kırıt. Sonra onu evdeki iki kadın soymuşlar silmişler ve bir çantaya koymuşlar sığsın diye belini kırıp. Adamlar da evden uzak bir yere atmışlar.

Sanki yaratıkların olduğu bir hücreye atılmış bu kızcağız onlar da onunla ne yapacaklarını bilmediklerinden yaratılışları gereği iğdiş etmişler.

Adli tıp ise çıplak 16 yaşındaki bedene nasıl otopsi yaptıysa artık, tecavüz ve o bedendeki şiddet belirtilerini görmemiş, ya da inceleme gereği duymamış. Kızın kolunda şırınga izi var. Kanında uyuşturucu olsa bile filmlerden anladığımız kadarıyla bağımlı olup olmadığını anlamak da mümkün.

Mahallenin dedikoducu yaşlı teyzeleri gibi ölmeyi hak etti dediler herhalde, çalıştıkları yerin malzemelerini de evden getiriyormuş havasında kullanmak istemediler belki de.

Onlar bu ihmali yüzünden yargının inisiyatifini bu kötü yaratıklardan yana kullanmaları sebebiyle şimdi serbest, aramızda dolaşıyor bu katiller. Facebook’ta yeniden başka kurbanlar bulacaklar belki de. Başka çocukları kötülüklerine bulaştıracaklar.

Adli tıbbın görevini yapmayıp komik duruma düştüğü bir başka olayda Şule Çet olayı. Adamlar 20 sayfalık rapor hazırlayıp 19 sayfasında kendilerine sunulanı tekrar edip vermeleri gereken cevaba “bilemedik” dediler.

Yargı araştırsın karar versin Şule Çet intihar mı etmiş yoksa pencereden mi atılmış dediler.

Neyse ki yargı kamu oyunun da baskısı yüzünden belki şimdilik Şule Çet’in patronu ve arkadaşı için ömür boyu hapis ve 32 yıl mahkumiyet kararı ile dava açtı.

Benim hayata olan inancıma göre insanlar yaşadıkları sürece seçim yapmaya devam ederler. Ve her kararları kendi hikayelerini ve dünyalarının oluşumunu etkiler.

Hayatı anlamak için doğaya bakmak yeterli.

Oturduğunuz koltukta seyrettiğinizi söylediğiniz gibi gerçekten bir doğa belgeseli açıp sesini kıssanız bile hayatın işleyişini anlayabilirsiniz.

Bir de arada böyle insan zekasından çıkan filmleri, insan hikayelerini gözetlediğinizde kocaman bir halkanın parçası olduğunu hissediyor insan. Halkalar birbirinin içine geçmiş durumda.

Herkes birbirinin hikayesinin içinden mutlaka ya uyanıkken ya da uyurken geçmek zorunda.

Güzel günlerde görüşelim, görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.