Duyguların var olma süreci mekândan bağımsız mı? Ne bağlamında duygulanırız? Duygusallaşma sürecini ne tetikler ve geliştirir ve sönümlendirir? Duygular hafif ağrılar mıdır? Sesler (müzik), semboller, imgeler, metaforlar, edebiyat, şiir, sinema zihni süreçler midir, yoksa mekândan doğru üretilen şeyler midir?

Mekân kimliği üstüne epey yazı yazılmıştır. Mekân duygu ilişkisi ise daha çok es geçilmiştir. Halbuki yoktan hiçbir şey var edilemez ise var edilen her şey bir fiziğe ihtiyaç duyar. Duygular da aşırı derecede mekâna bağlıdır. Hislerimizin hepsi bir mekâna bağlıdır.

Yer duygusu, biriktirdiğin anılarla (hikayelerle) doğru orantılıdır. Sadece bu mu? Değil! Hiç tanımadığın bazı şehirler bile seni içine alır. İşte burası benim şehrim dersin.

Bu duyguyu veren şehirler vardır ülkende ama sadece ülkende bu duygu oluşur. Mekân hafızaya yani anılara, yaşanmışlıklara ihtiyaç duymaz. Mesele şu ki dil, kültür, ortak aidiyet, kolay kabul devreye girer.

Fakat uzaklarda, bu saydığım kabullerin hiçbiri yoktur. Dilsiz ve köksüz olur uzaklarda insan. Hayır hayır size göçmenlik muhabbeti çekmeyeceğim, eski bir hikâye bu. Bayat değil ama baygın bir hikâye. Meraklısına bu hikâyenin edebiyatı, şiiri, şarkısı, filmi ve dahi teorisi var. Ağlak bir meseledir bu. Dolayısıyla üretimlerin çoğu da ağlak. (Ağlak ne ya, yani derbeder, yıldırıcı ve keder verici...) Eğer bu meselede okumak isteyen varsa Edward Said'in Kış Ruhu ve Yersiz Yurtsuz kitaplarına bakabilir. Nispeten diğerlerinden daha iyi.

Nice güzelim şehir gördüm bu dünya üstünde... Mesela bu şehir İsveç'in Ystad şehri. Nasıl desem anlatılmaz derecede güzel bir şehir. Zaten İsveç'in en güzel beşinci kenti seçilmiş. Mimari ayaklanma adlı organizasyon tarafından. Üstelik denize kıyısı olan bir şehir. Daha önemlisi romancı Henning Markell romanlarının çoğunu bu kent üstüne kurmuş. Öyle de bir edebi yanı var şehrin. Fakat bir şey eksik. Ne eksik diye bakınıyorum. Duygudaşlık eksik, duygudaşlık...

Bu romantizm gerçekten Avrupalıların icadı mı? Tam meseleyi kavrayamıyorum, aklım almıyor. Şehirleşme sürecinden mi doğar romantizm? Fabrika, kırdan şehre göç, şehirlerin aşırı büyümesi, proletarya kavgası ve romantizm. Garip! Romantizm daha çok sükûnet isteyen bir şey olmalı. Neye göre? Kime göre?

İsveç güzel bir ülke. İsveç fikrini şimdilik yorumlayacak düzeyde değilim. Burası sadece Avrupa değil, Avrupa'dan da öte bir yer. Anthony Pagden'in Avrupa Fikri kitabını okumuştum. O kitabı referans alırsak burası daha yüksek bir medeniyet... Daha çok gözleme ve iletişime ve daha fazla şehir gezmeye ihtiyacım var, İsveç fikrini anlamak için.

Mutluluk, üzüntü, korku, şaşkınlık, öfke, ilgi, iğrenme, utanç gibi temel duygularımız var. Bu duygular mekân ile sıkı sıkıya bağlı duygular.

Dostluk ve aşk aşırı özlenen iki duygudur burada. Zira gündelik hayat ilişkileri ne dostluğa ne de aşka ihtiyaç duyuyor. Dostluk bir ihtiyaç değildir çünkü devlet kurumları sana ihtiyacın olan her şeyi Eyüp sabrıyla sunarken, kim kime ne diye zaman ayırsın, bir derdin varsa psikoloğa gidersin. Dinlerse ancak o dinler seni.

Aşk bir ihtiyaç değildir zira iki reşit insan birlikte her an yaşayabilir ve ayrılabilir. Buna sadece ikisi karar verebilir. Aşırı mekanik bir durum bu ve derinlikli duyguya ihtiyaç duymaz. Daha çok ihtiyaçlar, ilgi ve güven gerekir. O kadar basit kurulabilir ve bitebilir ilişkiler.

Evet istiyorum, teşekkürler.

Hayır istemiyorum, teşekkürler.

Garip bir durum. Elveda romantizm. Peki durum öyle ise bunca şarkı, nota, film, roman, şiir nasıl üretilmiştir? Vardır bir izahı...

Yağmur ince bir sızı gibi yağıyor. Ulf Lundell'in hüzünlü sesine kafedekiler eşlik ediyor. Hava çoktan karardı Ystad'ta, yağmur altında insanlar sakin sakin yürüyor. Duyuyor, görüyor ve hissediyorum hayatı ama kederlenemiyorum. Çünkü keder mekân bağlamında bir duygudur.