Nadine Labaki Lübnan’da doğmuş 1976 doğumlu genç bir yönetmen. Sadece başarılı bir kadın değil aynı zamanda çekici bir kadın. Kendi yönettiği filmlere ışıltısıyla ayrı bir güzellik katıyor.

Sizi bilmem ama ben onu Kefernahum (2018) filmi ile tanıdım. Röportajını da okuyunca hakkında yazmaya karar verdim.

Bazı insanlar dünyanın kalbidir. Onlar etraflarında olup biteni yüreklerinde hissederler.

Kadın olmanın güzel yanı doğanın yaratıcılığından en fazla payın ona düşmüş olmasıdır.

Nadine Labaki de buna güzel bir örnek.

Baktığında ona yansıyan şeyin duygusunu film çekerek dışarıya geri veriyor.

Yaşadığı topraklardaki kadın hallerini anlatan ilk filmi Karamel (2007) insanlar tarafından hemen fark edilip birçok ödül kazanmış.

Kendisinin de oynadığı Karamel filmi bizim toplumumuzun çok tanıdık olduğu kadın hikayelerini içeriyor.

Temel beş kadın hikayesi var, bunlardan dördü iş arkadaşı, aynı güzellik salonunda çalışıyorlar.

40 yaşın üzerinde olan ama bir türlü yaşını benimsememiş bir kadın var. Kadınlar tuvaletinin çöp tenekesine özenle tentürdiyotla kırmızıya boyadığı pedleri bırakıyor, sırf onu regl sansınlar diye.

Hayali oyuncu olmak, sürekli kast çekimlerine gidiyor.

Aslında huysuz geçimsiz biri ama arkadaşlıklarının toplamında onun huysuzluğu da eriyip gidiyor.

Filmi seyrederken Ece Temelkuran’ın Lübnan’da geçen romanı geldi aklıma. Kitapta öğrendiğim “Kadın Kardeşliği” kavramını sevmiştim.

Artık ben de seviyorum kadın kardeşliği fikrini, dahil olmak hoşuma gidiyor.

Ya da seyretmek.

Dahil olduğumu hayal etmek.

En doğru duygum bu galiba.

Bu kadınlardan biri evlenmek üzere, adam ailesinin evine giderken kadının gömleğinin yakasını boğazına kadar ilikletiyor ama masada eteğinin altına sokuyor elini. Kadının öteki yanında oturan küçük oğlan duruma bakıp eteğini komple kaldırıyor kızın, bir çadır gibi kullanıp içine yerleşiyor.

Ailenin büyüğü olan yaşlı bir adam hatırını sorarken, kadıncağız eteklerini çekiştirip, cevap veriyor taze gelin edasıyla.

Bu arada evdeki diğer kadınlar belki de kumalar, sofrayı toplamak konusunda aşırı nazik birbirlerine öncelik tanıyıp duruyorlar.

Herkeste acayip, tanıdık bir abartı.

Böyle suni bir ortama girmek, özeline kimseyi dahil etmek istemediği için evlenmek istemeyen insanlar tanıyorum. Ve onları çok haklı buluyorum.

Nadine Labaki bu filmde evli bir adama aşık bir kadını canlandırıyor. Adam onu en klasiğinden boşanacağım diye, oyalamış.

Kadın aldığı nefes kadar aşık. Her dakika onu düşünüyor, çağırdığında bütün işini bırakıp ona gidiyor. Zamanla adam bir seçim yapmak zorunda kalıyor ve kurulu düzenini tercih ediyor.

Bir de lezbiyen var grubun içinde. Aşık olduğu kadın güzellik salonuna geldiğinde onun saçlarını yıkıyor. Ellerindeki imkanı layıkıyla değerlendiriyor iki sevgili. Sonunda uzun saçlarını kestirip, özgürlüğünü ilan ediyor, her gün saçlarını yıkatmaya gelen sevgili.

Yaşlı bir terzi kadın var mahallerinde, o da bunamış olan annesine bakıyor.

Hiç evlenmemiş. Dükkanına gelen Fransız bir adama aşık oluyor. Saçlarını boyatıyor. Makyaj yapıyor. Ama sorumlulukları daha ağır bastığı için kalıplarını kıramadan, makyajını silip, yeniden dikiş makinesinin başına oturuyor bir süre sonra.

Güzellik salonu kadınların kurtarılmış bölgesi gibi. Orada sohbet edip hayatlarını kazanıyorlar. Kavga da ediyorlar elbet. Erkeklere kafa tuttukları yer aynı zamanda.

Bu duyguyu da kız lisesinde okuyan biri olarak biliyorum. Okulun sokağında erkekler dişi, biz erkektik çünkü. Yol bitince yeniden kız lisesinde okuyan, annesinin kuzusu, ezik kızlara dönüşürdük.

“Peki Şimdi Nereye” (2011) filmi de kadın duygusu içeren kara mizah tarzında güzel bir film.

Nadine Labaki kocası ölmüş çocuklu bir kadını canlandırıyor. Orada kadınlar erkekleri savaşmasın diye doğalarında olan her türlü enstrümanı kullanıyorlar.

Küçük bir köyde Hristiyan ve Müslümanlar, kardeş kardeş yaşıyor. Kimse kimsenin işine karışmıyor. Savaş sonrası olduğu için bir sürü imkanlardan mahrumlar. Belki de köyün konumu yüzünden böyle. Aralarından iki genç seçmişler onlar tüm riski göze alıp, ilkel şartlarda mayın dolu toprakları geçip köylülerin ihtiyacı olan şeyleri getiriyor. Onların yaptığı erzakları da satıyorlar.

Takas usulü bir ticaret var, şehirle aralarında.

Önce gençler yüksek bir yere televizyon kuruyor dışarıda olup biteni öğrenmek için. Ve kadınlar film seyretmek istiyor erkekler haberleri, doğal olarak.

Kadınlar karar veriyor bir gece gizlice gidip kırıyorlar televizyonu, tüm kabloları koparıyorlar. Erkeklerin savaştan, çatışmalardan haberi olmasın diye.

Çünkü toprağın altına gömülmüş silahlar var. Bir kıvılcım o küçücük yerde kendi çapında savaş çıkarabilir.

Kadınlar aralarında para toplayıp, erkekleri oyalayabilmek için şehirden Rus kadınlar bile getiriyorlar.

Bir senaryo yazıyorlar erkeklere yutturabilecekleri, köyde kadınların kalması için bir sebep yaratıyorlar.

Erkekler filmde robot gibiler, kadınların iplerini ellerinde tuttuğu.

Aslında büyük resme bakıldığında hayatın kendisinin işleyişi tam da böyledir.

Kadınlar yaradılışa daha yakın olduklarından erkekler onların rüzgarında hareket ederler.

Her iki filmdeki “Kadın Kardeşliği” duygusunun seyredene şifa niteliği taşıyan iyi bir özelliği var.

Kefernahum (2018) filmi adını, Fransız edebiyatında kullanılan bir kelimeden alıyor. Kaos manasına gelen kelime aynı zamanda İncil’de geçen bir köyün adı. Kaotik olduğunu için lanetlenmiş bir köy.

Filmin konusu insanın içini acıtan, hepimizin şahit olduğu ama seyirci kaldığımız bir durum.

Her gün sokağımda selam verdiğim böyle insanlar var. Bana kendimi sahtekar gibi hissettiriyorlar. Onları anlıyorum ama sadece selam veriyorum. Elimden başka bir şey gelmiyor.

Nadina Labaki savaş yüzünden oynadığı bahçeyi, uyuduğu yatağı terk etmek zorunda kalan, çocuklarla sohbet etmiş. Çocuklar demiş ki, “Neden buradayım? Burada olmayı ben seçmedim. “

Filmin çıkış noktası da burası olmuş.

Hikayenin kahramanı Zain Al Rafeea hani şu 12 yaşında ailesine kafa tutan çocuk. Aslında tüm dünyaya kafa tutuyor. 12 yaşındaki çocuğun dünyası nedir ki ailesinden başka. Çocukların dünyası önce aileleridir.

Nadine Labaki röportajında diyor ki, Zain’i gördüğüm gibi onun dört sene önce yazdığım çocuk olduğunu anladım.

Suriyeli, savaştan ailesiyle kaçmak zorunda kalan, rolünü üstendiği hikayeden farklı bir hayatı olmayan, erkenden büyümek zorunda bırakılmış bir çocuk.

Seyrederken bunu siz de anlıyorsunuz. Beden dili çığlık çığlığa bağırıyor. Yüzündeki ifade, bir bitin artık, der gibi yılgın, onu ötekileştirenlere haykırıyor.

Küçük bir kız kardeşi var, aslında bir sürü kardeşi var da, onunla iyi anlaşıyor. Kız regl oluyor. Şortuna geçen kandan haberi yok. Sokağın kenarında birlikte meyve suyu satıyorlar. Kardeşini kenara çekip soruyor büyük adam gibi, o arkandaki leke ne? Kız saf saf bakıyor. Gel benimle diyor. Sanki üç çocuk babası. Kız tuvalette oturuyor. Şortu oğlanın elinde yıkıyor kanı. Bir yandan da akıl veriyor. Bunu kimseye anlatma, yoksa evdekiler seni bakkala verir. Çünkü yanında çırak olduğu bakkal, küçük kıza aşırı ilgi gösteriyor, ona hediyeler gönderiyor. Oğlan da onları çöpe atıyor.

Kız saf saf, klozette oturmuş abisini dinlerken, ama o iyi biri bana hediye gönderiyor, diyor.

Hayır diyor Zain, seni dört duvar arasına kapatacak.

Tişörtünü çıkarıp toparlak yapıp bacaklarının arasına sokuyor.

Böyle koy diyor, ben sana kirlilerini nerede saklayacağını göstereceğim.

Kız şortunun içinde kocaman bir şişlik, kaldırımlarda geziyor, kardeşinin yanında.

Bir gün işten eve geldiğinde kızın süslü püslü giyinmiş, bakkal ve ailesine servis yaptığını görüyor. Bacak kadar boyuyla direniyor evden kovmak istiyor ama izin vermiyorlar.

Sonuçta kızı etinden koparır gibi zorla bağıra çağıra bir arabaya atıp veriyorlar adama. Oğlan da itiraz ettiğinde bir güzel sopa yiyor.

O gün evden kaçıyor Zain. Genç bir anne ile hayatı kesişiyor. Onun da küçük bir bebeği var. O da mülteci, çalışırken çocuğunu tuvalete bırakıyor. Gizlice emziriyor. Çocuğuna bakacak kimse yok. İş yerinden çıkarırken oğlunu pazar arabasına koyup üzerini örtüyor, kimse görmesin diye.

Bir süre birlikte yaşıyorlar, kadın ortadan yok olunca küçük oğlan çocuğunu bırakamıyor tek başına, anneyi arıyorlar birlikte.

Zain zorba bir hayatın içinde olmasına rağmen nazik bir çocuk. İnsanlara saygılı, sorumluluk sahibi ve sevgi dolu.

Aklı ve kalbi dengede.

Tıpkı şimdiki zamanın gençleri gibi.

Ailesi ve hayatın ona dayattıkları yüzünden sonunda isyan edip hapse girmek zorunda kalınca hakime diyor ki, anne ve babamdan şikayetçiyim. Neden beni doğurdular.

Anne ve baba da kendi açılarından duygularını anlatıyor.

Anne diyor ki, benim yaşadığım hayatı yaşasanız kendinizi yüz kere asardınız. Beni yargılamayın. Ben kendimi yargılarım.

Hapiste kadınlar, çocuklar, erkekler kafeslere tıkış tıkış kapatılmış, zamanlarını tüketirken, vicdanları iyi bir şey yaptıkları için rahat, kelebek gibi uçuşan bir grup batılı kafeslerin dışından onlara şarkı söylüyor. Neşelerine garip garip bakıp, bazıları durdukları yerde kıpraşıyorlar, kafesin içinde.

Zain onları ciddi, yılgın bir suratla izliyor. Hayvanat bahçesinden kaçmış maymunları izler gibi.

Nadine Labaki modern yaratıcı kadının sesi.

Kefernahum’da Zain Al Rafeea onun aracılığı ile dünyaya sesleniyor.

“Bütün yetişkinlere sesleniyorum diyor, bakamıyorsanız, çocuk doğurmayın. Ne mi hatırlıyorum, küfür, tekme. Duyduğum tek güzel söz, orospu çocuğu. Toz ol. Burada cehennemi yaşıyorum. Çürüyen et gibi yanıyorum. İyi insanlar olacağımızı ve sevileceğimizi düşünmüştüm. Ama Allah bunu bizim için istemedi. Bizim ötekiler için paspas olmamızı tercih ediyor. Hayat bok çukuru, beş para etmez.”

Güzel günlerde görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.