“Zaman bir hareket eseri ortaya çıkmıştır” demiş Aristo. Peki ya bir hareketin içinde değilse insan. Bekliyorsa, başı ve sonu belli olmayan bir beklemenin içindeyse ve Godot'yu bekleme umudu bile yoksa, yoksa eğer zaman bu durumda nedir?
Her şey bir zaman ile kaimdir. Şeylerin zamanı değişkendir. Mesela bu zeytin ağacının zamanı? Kayanın zamanı? İnsanın zamanı? Keçinin zamanı? Şehrin zamanı...
Kimin zamanı ne ile ölçülür?
Zaman tanımlanmış bir akıştır? Başı belli mi? Ne gerek var başına? Hepimiz zamanın içinde var olmuşuz. Sonu var mı? Saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay, yıl, on yıl, yüz yıl, bin yıl, on bin yıl, yüz bin yıl, milyon yıl... Dünyanın yaşı misal 4,54 milyar yılmış. Dünyanın en eski yapısı Göbekli tepeymiş, MÖ 9600 doğumlu, yani 11.621 yaşında. Dünyanın en eski şehri Şam şehriymiş, bakır çağından bugüne şehir hayatı süregelmiş. Yaklaşık 7.000 yaşında. Mardin, Nusaybin, Antep yaşıt şehirlermiş. Dünyanın en yaşlı ağaçlarından biri Zonguldak’ta 4114 yaşında...
İnsan... Erkek, kadın, zayıf, şişman, yakışıklı, güzel, eğitimli, eğitimsiz, zengin, fakir, yaşlı, kaygılı, kendi ile barışık, mutlu, endişeli, kararsız her neyse ne insan zamanın neresindedir?
İnsan zamanın içindeydi. Zaman insanı biçimlendirir fakat insanın zamana müdahalesi olamazdı. Zamandan insana doğru tek yönlü bir etki vardı.
İnsanın zamanı neydi?
Ortalama insan ömrü 80 diyelim. Diyelim çünkü bu ülkeden ülkeye farklılık gösterir. Ayrıca bir teoriye göre bugün doğan birçok insan 200 yaşını görecekmiş. Teorinin sahibi gazeteci yazar Henrik Ennart'dır. Gıda, konfor, sağlık ve ilaç endüstrisi değişiyor, gelişiyor da kapitalizm ve pazar ekonomisi de var. Unutma bunu.
Yaşayacak da nasıl yaşayacak insan?
İnsan öyle güçlü bir şey değildir. Fiziksel ve bedensel olarak o denli zayıf ki, bilirsiniz işte. Diş ağrısı mesela. Basit, küçük ve yıkıcı bir ağrıdır. Ya da anksiyete bozukluğu. İkisi de basit ama yıkıcı ağrılardır. Mesela dünyanın en iyi on diş sağlığı enstitüsü bir araya gelse, ki ara sıra geliyorlar, haberimiz elbette oluyor, kongreleri sadece diş hekimleri mi takip ediyor sanıyorsunuz. Diş mağdurları da var bu dünyada. Tırnak kadar olan bir dişi yeniden üretemiyorlar. Dişsiz bir ağız için bütün bulabildikleri sadece şimdilik implant. Yani ağzınızın içine bir çivi çakmak... Çok sefil bir düzey bu, yaşadığımız çağın çok gerisinde bir çözüm. Ha şöyle diyen de var, sağlık pazarının arz talep dengesi vardır. Birçok buluş saklanmaktadır. Bu güçlü bir iddiadır. Fakat çok efendi, enstitüler de var, onlar da mı saklıyor geliştirdikleri teknolojiyi?
İsveç'in Karolinska, Belçika'nın KU Leuven, Yeni Zelanda'nın University of Otago enstitüleri insana, kamuya, bilime, doğaya saygılı efendi kurumlar. Bunlar dahi bulamamıştır diş ağrısına kökten bir çare.
İnsanın zamanı neydi?
Birden aklıma devrimciler geldi.
İbrahim Kaypakkaya 24 yıl,
Deniz Gezmiş 25 yıl,
Mahir Çayan 26 yıl, yaşamıştı sadece.
Türkiye solunun önemli temel grup ve partileri bu üç genç insandan esinlenmişti. Bu denli genç insanın neye zamanı olurdu? Neye yetişirdi? Ne kadar kitap okuyabilirdi? Acaba bir dil öğrenecek lüksleri olmuş muydu?
İnsan öldükten sonra zamanı, kendi bağlamındaki zaman bitiyor muydu? Devam ediyor muydu? Gerçi benim halk söylencelerine göre hava hoştu. Çünkü insan yedi defa tekrar doğardı. Yedinci defa da kâmil olurdu. Ben muhtemelen ikinci defa dünyaya gelmiştim. Zira bu şekil, şukul ile değil kemale ermek, daha bu işin başında dahi olmamalıydım. Bu sebeple içim rahattı, daha en az beş defa ruhum bu bildiğimiz dünyada bir bedene girecekti.
İnsan zamanın içine doğardı. Zaman biçim verirdi insana. Zavallı insan ise hiçbir müdahalesi olmadan zamanı kabul ederdi. Kabul etmek iyi bir şeydir. İyileştirici bir duygudur. Bu okuduğumuz psikoloji ile alakalı dersler var ya hepsinin ana fikri önce kabul et sonra iyileş üstüne kurulu. Öyle ise volontarizm dediğimiz iradecilik neydi peki? Kime, neye, hangi zeminde, hangi kuvvetler bağlamında bir meseledir? Misal fizik ne diyor bu işe? Kütle, baskı kuvveti, ters tepme falan filan. Birçok fikri kendimize biz mi imal ettik?
Ermenek unutacağım, unutmak istediğim bir şehirdir. O şehri düşününce nefes darlığı yaşıyorum. Psikosomatik bir şey. Öyle bir hastalığım yok aslında lakin duygusu hastalıklı. İş güvenliği olmayan kaçak kömür ocaklarının hissiyatı ağırdı.
Ermenek o zamanlar uzak bir şehirdi. Bir dağdan başka bir dağa kıvrılan dar yollardan sonra varılabilirdi şehre. Ora, dağ eteğinde kurulmuş bir şehirdi. Dağ mı dağlar mı?
Nerede başlar dağlar nerede biter?
Bir günde mi keşfedilir Ermenek, bin günde mi? İkisi de ihtimal dahilindeydi. Göksun nehrinin genişleyen daralan yatağını keşfetmek bin gün sürse de, Ermenek çarşısı mahallelerini sokaklarını keşfetmeye bir gün yeterdi.
Anadolu'da hiçbir şehir bu denli tarihi esere sahip değildir. Mağaralar, tarihi kalıntılar... Yok, Anadolu’da bu şehre eşit şehir yoktu. Derinkuyu bile o denli gizemli değildi.
Yirmi yaşından küçük insanlar doğdukları şehirde köylerde kaybolurdu. Dershaneye veyahut babalarının dükkânını asıp maça gitme planı kurarlardı. Bize kısmet ise Ermenek'te kaybolmaktı. Yok bre öyle değil. Yirmi yaşından önce gurbette kahır çekenler, mevsimlik işçiler, çoluk çocuk sahibi olan, yirmisinde yaşlanan kadınlar. Öyle arabeskçe geyik yapmaya gerek yoktur. Türkiye 20 yaşından önce hayatın birçok cenderesinden geçmiş insanlar ülkesidir.
Misal Birtan Altunbaş kimdir? Kaç yaşında, başına neler gelmiş? Yaz Google’a bak gör.
Öyle arabeskçe geyik yapmaya gerek yoktur. Türkiye yirmili yaşlardaki insanların mühim hikayeler biriktirdikleri bir ülkeydi.
Küçük bir şehre bir yabancı geldiğinde şehirli kendini koruma refleksi gösterir. Yabancıyı tanımlamak ister, tanımak değil. Bir yere konumlandırmalı yabancıyı, tanımak meşakkatlidir, kim kimin umurunda. Hayatın bu ilmini bilecek kadar yaşamıştık. Zira ölümlü dünyaydı bu dünya, ayrıca bin operasyon cehennemi vardı ülkede, ülkenin çocukları gençleri hukuksuz şekilde öldürülüyordu. Ne ayıp ne utanç verici bir hayatı var Türkiye demokratlarının. Taammüden adam öldüren bin operasyonun katil takımı yargılanmamıştı bile. İste Türkiye demokratları öyle bir meseleyi dahi çözememiştir. Solcular, devrimciler, liberaller, beyaz Türkler, enteller, danteller, feministler, hak savunucuları, demokrat Müslümanlar ve bil cümle tüm demokratlar utanmalıyız.
İlk çay içtiğim kahvenin sahibine, gel otur dayı bana akıl lazım dedim.
Burada kız isteme adeti nasıldır? Köyden köye değişirmiş? Başlık isterler mi? Burada ev tutmaya kalksam nereden tutarsam kızın ailesini hoşnut olur? Kızın ailesi illa bu şehirde kalacaksın derse, hangi madende ne kadar sürede iş bulurum? Benim ailem diyelim kız istemeye gelmem diye tutturursa, kim benle kızı istemeye gider? Böyle bir sevaba kim girmek ister? Söz kesme, nişan, düğün arası kaç ay sürmeli? Düğün şart mı? Belediye nikâhı yeter mi?
Canını severim senin Anadolu!
Çok değil bir saat sonra kahvedekiler, çağrılan muhtar ve belli ki mühim yaşlı adamdan oluşan ciddi bir kalabalığın moderatörlüğünü yapmaya başlamıştım bile. İki saatlik bu muhabbet sonrasında birçok adam benim derdimi dert etmişti bile.
Kısa sürede bana evini kiralayacak adam bulunmuş, çalışacağım maden ayarlanmış, eğer madende işe başlarsam beyaz eşyamı, halımı perdemi senetle verecek esnaf ikna edilmiş ve ne zaman lazım görülürse bir kız isteme ekibi kurulmuştu. Bu tür şeyler sadece Anadolu'da olur. Ama olurdu.
Bir de lakabım olmuştu ayrıca; Enişte.
Kısa bir sürede Ermenek'te bir evim, bir işim ve bir meşruluğum olmuştu. Artık günler uzun, bıktırıcı, yıpratıcı ve dahi maden kadar öldürücü geçiyordu.
Köylü pazarından alışveriş yapardım. Bana gülümseyen yaşıtım bir kadına bir adet kırmızı gül vermiştim. Öyle ağlamıştı ki kadın, öyle ağlamıştı ki sevinçten. Ne anası ne bacıları ne şehirde okuyan teyze kızları bile gül almamışlardı ömürleri boyunca. Gül almak kime nasip ya. Şehrin pastanesinde şekerli kuru pasta ve gazoz içtik. Büyük samimiyet ile yaptığımız bu buluşmanın sonunda hayatım el alem tarafından daha kolaylaştırıldı.
El alemin bir kısmı kızın Yaylapazarı köyünden, kimi Görmeli köyünden sıvacı Reşit'in kızı, kimi de Pınarönü köyünden diye kanaat getirdi. Racondur Anadolu'da yüzük takılana dek kız hakkında direk soru sorulmazdı. Arkadan dedikodu yaparlardı. Bu da benden bağımsız bir durumdu.
Öylece Ermenek günlerim başlamıştı. Aynı zamanda maden kâbusumda başlamıştı. Madende bir hafta dört gün, bir hafta üç gün çalışıyordum. Maden bu, boru mu sandın ey okur. El adamının payına bu kadar iş düşerdi ancak.
Eğer bir insanın Allah'ı yoksa asla madende çalışamaz. Allah büyük bir imgedir madenci için. Madende Allah kadar güçlü bir imgen yoksa ayvayı yersin... Para pul için yapılmazdı o iş. Zaten Türkiye'de ben zengin olacağım ve bunun tüm gerekliliklerini yapacağım deyiveripte buna göre biçimlenen bir insan eğer birkaç yılda zengin olamıyorsa şey affedersin anlamına gelir bu.
O derin çukuru anlatmayacağım. Üç beş kişi okuyacak diye neden nefes darlığı çekeyim ki.
Göksun nehri eteklerinde, dağlar, kayalar arasında kaybolurdum. Balık tutmaya giderdim geceden sabaha, kaybolurdum, düşerdim, küfür ederdim, suni denge, finans kapital, tekelci burjuvazi, az gelişmiş ülke kapitalizmi, sömürgeciler, ilhakçılar, başat küfür ettiğim şeylerdi. Küfür iyi bir şeydir dermiş Can Yücel, diyenin yalancısıyım.
Bazen kendimi provoke ederdim. Misal bu Kıvılcımlı bebelerin devrim yaptığını hayal eder ve dellenirdim öfkeden, daha beteri bu Dev Yolcu Efendi olmayan takımın devrim yaptığını hayal ederdim, o zaman var ya Allah bana deli gücü vermiş gibi bir kayadan başka bir kayaya sekerdim. Dev Yolcular ikiye ayrılırdı benim için, dünyanın en efendi abi/ablaları bir kısım, diğer kısım diğerleri. İbrahimilere ve İhtilalcilere kalbim öfke duymazdı, onlar aklıma gelince bir tebessüm ederdim. Nasıl olsa “biz” yani “ben”den başka kimse devrim yapamaz ama Adana ve Dersim valiliğini verebilirdik onlara. (Türkiye solu neden birleşemez? Bunun ayrıca duygusal, psikolojik sebepleri var. Hissi bariyer mevzusu da var. Birçok başka sebeple birlikte.)
Yürüme mesafesi... Geceden sabaha, sabahtan akşama, dağlar, patikalar, mağaralar ve Göksun nehri eteklerinde yürürdüm. Madende yeni çalışan bir insanın ilacı açık havada uyumaktır. Halk bunu bilir, bunu tavsiye eder ki, kimse benim bu derviş /deli gibi gezilerimi yadırgamaz aksine teşvik ederdi.
Her şehrin çeşit çeşit insanı ve sırları olurdu. Hikâye de uzadıkça uzadı, hepsini anlatmayayım, şimdi, çünkü bu yazı İbrahimi devrimcilerden İbomao hikayesinin önsöz kısmıdır.
Geceden sabaha ya da bir gündüz bir gece ölçü birimi ile rastgele gidilen, bir mantık ve izah bağlamı olmayan uzaklıklarda karşılaşırdım bazılarıyla. Öylesine gerilimli bir şey oluşurdu ki sürdürülebilir değildi. Bir izah ve manaya ihtiyaç duyardı bu karşılaşmalar.
Hayatın birçok fakültesinde okumuş, süzülmüş, ustalaşmış, kadrolaşmış, birçok ilme haiz ve tam bir yeraltı disiplinine sahip bazı yaşını başını almış bu insanlardan sır saklamak zordu.
İbomao onlardan en az konuşan, en saklı duranlardan biriydi. Madende çalışıyordu. Öyle uzak mesafede bir gölde yüzerken geldi yanıma. Selamlaştık. Çantasındaki yemeği çıkardı, sofra kurdu, hatta şaşkınlıktan dilimi yutacaktım, karpuz bile taşıyordu. Karpuz taşımak akıl işi mi ya! Eee enişte kimlerdensin sen dedi?
Ben de Hapkagillerdenim dedim. Ki gerçekten bizim sülaleye öyle derlerdi.
Tebessüm etti. Bu tebessüm güzeldi. Yani konuşmak zorundayız der gibiydi, ayrıca.
Sen kimlerdensin dedim.
Bana Kırmızı Kitap’tan alıntılar yaptı.
Güldüm… Mao gibi konuşuyorsun maşallah, dedim. Sohbet dolambaçlı ve güzeldi.
Senin suratın var ya tıpkı İbomao karması bir şey dedim. Yandan baksan İbo, karşıdan baksan Mao. Kırk yaşlarındaki bıyıklı adam bir kahkaha attı. Hoşuna da gitti.
Ya sen kime benziyorsun diye sordu.
Baksana suratıma yüz metreden Enver Hoca, Enver Hoca diye bağırıyor dedim. Kısa bir ara sustu, bir kaç lokma yedi. Zihninden ne geçtiğini kestiremiyorum.
Yok benzemiyorsun, asla benzemiyorsun dedi.
Gülümsedik. Sustuk ve bir daha bu meseleyi asla açmadık. Bu kadarı bize yeterdi. O gün birlikte gezdik, balık yakalamayı öğretti bana. İri balıklar yakaladık, yedik. Sonra herkes bildiği yoldan şehre döndü.
Madenden ayrılmaya ve çorapçı dükkânı açmaya karar verdiğim gündü. Yorgun ve sevinçliydim. Geceden sabaha dek yürümüştüm, yorgundum. Sabah ışıkları gözümü alıyordu. Yorgundum, bir keçi gibi sekiyordum. Ki bir keçi nasıl seker saatlerce izlemiştim zamanında.
Düştüm... Yüksek bir yerden düştüm. Bir boşluğun içine düştüm. Önce bir kayaya çarptım. Düşme hızının azaldığı yerde, daha hızlı derin bir boşluğa düştüm. Vücudumdaki kırıkların sebebi buydu. Vücudum yere değince duracağım sandım. Yuvarlandım, taş, kaya, toprak, bitki, çarpa çarpa yuvarlandım. Elim ayağım vücudum hareketsiz, bayılmışım.
Uyandım, uyudum, uyudum, uyandım, susadım, acıktım, uyudum ve uyandım. Artık uyuyamaz oldum. Ağrı! Her tarafım ağrıyordu. Bir yabani hayvan gibi bağırıyordum. Bağırdıkça ağrım azalıyordu. Uyuyamıyordum. Bağırıyordum. Sürünemiyordum, bağırıyordum. Susamıştım bağırıyordum.
Şakası yok bu işin ölüyordum. Ölme süreci başlamıştı. Zaman ve zamanlama meselesidir ölüm. Geliyor hissediyorum.
Ermenek'e bir gece yürüme mesafesi uzaklıkta, zamansız ve manasız şekilde ölüyordum.
Bir şey oldu. Olan şeyin uyumak ya da ölmek olduğunu kestiremedim. Büyük bir panikle buna karşı koydum.
Hayır ölmedim. İbomao yetişti. Önce Mut’ta sonra Mersin’de gözlerimi açtığımda… Ne gözümü açması, o filmlerde olur. Gözüm bir an bile kapanmadı ve her şeyi, an be an hissettim. Neyse üç ay sonra dört yara aldığımın farkına vardım. Diş, kemik, kas dokusu ve ruhum ağır yara almıştı. Dişlerimin bir kısmı orada bir kısmı sonra düşmüştü. Bazı kırılan kemikler ve kaslar zaman içinde onarılıyordu. Anatomi biliminde öyle denirdi. Ki öyle oldu. Ruhun arızası, size bağlıydı. Benim için mesele kolaydı. İyimser biri için ruhun onarımı, kemikten daha hızlı olmuştu.
Aylar sonra İbomao, yoldaşlarına haber verelim ister misin diye sorduğunda, hayatın manası benim için belirsiz bir hal almıştı.
Yoldaşlarım mı? Yoldaşlarım ölme yaşındaydı. Kim ölü, kim diri bilmiyorum, demiştim.
İşte İbomao hikayesine şimdi başlayabilirdim.