Tunus ve Cezayir’de işsizliği, hayat pahalılığını ve diktatörlüğü protesto etmek için insanların kendilerini yakmalarıyla başlayan Arap devrimleri dalgası, bölgenin kilit ülkesi Mısır’da rejimi sallıyor. Tunus’ta Bin Ali yönetiminin düşmesini izleyen günlerde, bunun geçmişte benzerleri yaşanmış ayaklanmalardan bir yenisi mi, yoksa bir devrim mi olduğu konusu tartışılmıştı. Devrimden, rejimi değiştirmek ve kendisi iktidar olmak için örgütlü bir gücün yönetime el koymasını, yani darbeyi anlayanlar için Tunus bir sokak ayaklanmasıydı. Bu başıbozuk harekete devrim denemezdi.

Olayların gelişmesi, Tunus’ta tam da devrim yaşandığını gösteriyor. Bir benzerinin Mısır’da önü açılmış durumda. Yemen’de, Ürdün’de, Cezayir’de, Fas’ta krallar veya diktatörler bu demokratik devrim dalgasının kendi kıyılarını vurmasından endişe ederek, bazı popülist önlemler almaya çalışıyorlar.

Halkın korku barajını yıkarak sokağa dökülmesi bir isyan mıdır yoksa devrim mi? Bu soruyu, 14 Temmuz 1789 akşamı Fransız kralı 16. Lui ile kendine son gelişmeler hakkında bilgi veren Liancourt dükünün arasında geçen ünlü iki cümle özetler. Fransa’da Mayıs 1789’un başından beri Üçüncü Sınıf ısrarla aristokrat ve ruhban sınıflarının ayrıcalıklarının kaldırılması talebini dile getirmeye başlamıştır. Aristokrat ve ruhban sınıfının çoğu temsilcisi de bu talebi desteklemeye başlar. Üçüncü Sınıf artık kendisinin halk gücünü temsil ettiğini dile getirmektedir. 12 Temmuz günü Paris’te Üçüncü Sınıf’ın seçmenleri bir ‘burjuva milisi’ oluşturma kararı alırlar. Ulusal Muhafız birlikleri kurulur. Bu birliklere silah temin etmek için, o zaman silah deposu olarak kullanılan Bastille şatosuna saldırırlar. Şatonun muhafız komutanı asilzade öldürülür, bir mızrağın ucuna takılı kellesi Paris sokaklarında dolaştırılır. Ulusal Muhafızlar artık silahlıdırlar. İşte Liancourt dükünün 16. Lui’ye o akşam özetlediği durum budur. Kral, gelişmeleri dinler ve sonunda “Ama bu bir isyan!” der. Kral işin silahlanma yönünü düşünmektedir. Dükün tarihe geçen yanıtı yalındır: “Hayır haşmetmeap, bu bir devrim!” Çünkü isyancılar gözünde eski rejimin meşruiyeti kalmamıştır.
Tunus’ta yaşanan işte böyle bir devrim. Tunus İşçileri Genel Birliği’nin, o da çok sınırlı biçimde sokağa hâkim olduğu bir ayaklanma yaşanıyor. Eski rejimin tüm temsilcilerinin gayrimeşru addedildiği, “kim olursa olsun ama eski rejime bulaşmamış olsun” fikrinin egemen olduğu bir büyük değişim dalgası bu. Bin Ali’nin karısı ve akraba çevresine karşı yoğunlaşmış olan halk nefreti, artık laikçi diktatörlük rejiminin toplumsal meşruiyetini silip süpüren bir dalgaya dönüşmüş durumda. Bu rejimin yerini neyin alacağını bilmiyoruz. Zaten devrimci durum tam da bu demektir. Neredeyse kesin denebilecek yegâne şey, kişi merkezli bir diktatörlüğün yeniden tesis edilmeyecek olmasıdır.
Mısır’da ise durumun isyandan devrime dönüşme potansiyeli çok güçlü. Hüsnü Mübarek’in rejimi kurtarmak için aldığı iki önlem, bir tür kendi eliyle kendi rejimine karşı saray içi darbeydi. Önce hükümeti görevden alıp, bir gün bekledikten sonra, 29 yıldır boş olan başkan yardımcılığına İstihbarat’ın başkanını getirmesi, başkanlığın babadan oğula geçmesi için yapılan hazırlıkları paramparça etti. Böylece oğul Mübarek devre dışı kaldı ve belki yakında yurtdışına çıkmak zorunda kalacak. Zaten sağlığı kötü olan baba Mübarek ise artık kendisinin rejimin sigortası olarak attırılıp, yerine başkan yardımcısı Ömer Süleyman’ın geçmesinin ay, belki gün meselesi olduğunu biliyor. Mısır’ı özel jetleriyle terk etmeye başlayan büyük zenginler ve Mübarek çevresi de.

Tunus’ta yaşananla Mısır’daki gelişmeler arasında iki fark var. Tunus’ta hemen hiçbir örgüt şu anda ne sokağa hâkim ne de iki ay içinde yapılması öngörülen seçimler için örgütlü. Diğer taraftan Burgiba’dan beri güçsüz kalmasına dikkat edilmiş ordunun da iktidar boşluğunu doldurma kapasitesi yok.
Buna karşılık Mısır’da sokağa şimdilik pek kimse hâkim olmasa da, Müslüman Kardeşler ülkenin en güçlü siyasal ve sosyal örgütlenme ağlarından birini temsil ediyor. Halkın talep ettiği gibi, Mübarek’in devrilmesinden sonra, son derece şaibeli olan Kasım 2010 milletvekili seçimleri de iptal edilirse, Müslüman Kardeşler’in parlamentoda çoğunluğu elde etmesi, çoğunluk olmazsa birinci parti olması kuvvetle muhtemel. Diğer yandan, Mısır’da ağır baskı rejiminin belkemiğini oluşturan ve 1 milyon kişinin çalıştığı polis teşkilatı, ‘Emniyet Merkezi’ halkın nefretinin yoğunlaşma noktası iken, rejimin belkemiğinde ordu yer alıyor. 1952’de Kral Faruk’u deviren Hür Subaylar Hareketi’nden beri Mısır’da devletin merkezinde ordu var. Zaten başkan yardımcılığına ve başbakanlığa getirilen iki kişinin de general (biri emekli) olması, yönetime fiilen ordunun el koyduğunu gösteriyor.
Mısır’da halk sokakta ‘ekmek, iş ve gelecek’ diye bağırıyor. Ömer Süleyman’ın başkan yardımcısı olması, halkta orduya karşı tepkinin artmasına neden oluyor. “1952’den beri ordu başta ve biz hep daha fazla battık” inancı oldukça yaygın. Geçen cumadan beri polisin neredeyse bütünüyle ortadan kaybolduğu Mısır’da, rejimin devrilip devrilmeyeceğini sokakla ordunun çatışıp çatışmayacağı belirleyecek. Şimdilik ordu hâlâ ulusal birliğin yegâne güvencesi olarak belli bir prestije sahip gözüküyor ama aynı zamanda yılda 1 milyar dolarlık ABD askeri yardımının desteğiyle orduya verilen büyük sus payı ve ülkenin en önemli sanayii ve ticaret güçlerinden birinin ordu olması, bir sonraki aşamada ordu ile orta ve alt sınıfların çatışmaya girmesi için güçlü bir neden oluşturuyor. Mısır’da orta sınıflar, yoksul sınıflardan duydukları korkuyu yenerek, o kritik adımı atacaklar mı?
Bugün Ortadoğu ve Mağrip’te, cumhuriyet veya monarşi kılıfı altında hüküm süren diktatörlüklerin önemli bir bölümünün toplumsal meşruiyet tabanı çatırdıyor. “Hayır haşmetmeap, bu bir devrim” cümlesinin bu coğrafyada yeniden çınlıyor olmasına şahit olmak ne büyük mutluluk!