HRW'nin Türkiye Temsilcisi Emma Sinclair



Doksanların ilk yarısında Türkiye’de sayısını hâlâ tam olarak bilemediğimiz faili meçhul cinayet ve kayıp vakası yaşandı. Bunların büyük bir kısmı Güneydoğu’da oldu. Mağdurların ezici çoğunluğu Kürt’tü. Bunlar, devletin ve hele Demirel’in pek sevdiği tabirle münferit vakalar değildi. Bölgede neredeyse herkes tarafından bilinen kişiler insan kaçırdı, öldürdü, işkence yaptı. Bahanesi ‘PKK ile mücadele olan’ bir devlet terörü politikasıydı bu. Bölgede yargı mensuplarının bir kısmının bu politikanın parçası olmaları nedeniyle yapılan ender şikâyetlerin çoğu rafa kaldırıldı. Gene de 1993’te Meclis’te Faili Meçhul Siyasi Cinayetleri Araştırma Komisyonu kuruldu. Elindeki imkânlara göre başarılı sayılabilecek bir araştırma yürüten komisyonun bulguları, bu cinayet ve kasıtlı kayıpların bir devlet politikasının unsuru olduğunu gösteriyordu. Raporda, istihbarat ve güvenlik örgütlerinin, komisyonun bilgi taleplerini hakarete yakın bir üslupla (Genelkurmay’ın yaptığı gibi) reddettiği belirtiliyordu. Meclis, kendi komisyonunun raporunu bile basmadı. Bir yayınevinde rapor yayımlandı. 

Manzara açığa çıkartıldı 
Ardından Susurluk Komisyonu ve Başbakanlık Teftiş Kurulu raporları geldi. Durumu görmek ve anlamak isteyen herkes için manzara yeterince açığa çıkarılmıştı. Ama bu ağır insan hakkı ihlallerini işleyenlere dokunulmadı. Hepi topu 14 polis hakkında göstermelik ceza verilmekle yetinildi. Ta ki 2009’da, emekli Albay Cemal Temizöz hakkındaki suçlamalar bu kez ciddiye alınıp, Temizöz, 3 PKK’lı itirafçı ve 3 köy korucusu hakkında 20 kişinin öldürülmesi ve kaybedilmesiyle ilgili Cizre’de dava açılana kadar.
İnsan Hakları İzleme Örgütü dün yaptığı basın toplantısında, Temizöz davasını mercek altına alarak, bu alanda adalet arayışının amacına gerçekten ulaşmasının önündeki engelleri tek tek gösterdiği raporu sundu. ‘Adalet Vakti’ başlığını taşıyan rapor, adaletin yerini gerçekten bulması için son derece önemli somut çözüm önerilerinde bulunuyor.
Cizre’de insanlığa karşı işlenmiş suçların aydınlatılmasına yönelik çalışmaların çoğunun yerel insan hakları örgütleri, avukatlar ve Şırnak Barosu tarafından gerçekleştirildiği raporda vurgulanıyor. Bu gözlem, hem diğer bölgelerdeki sivil inisiyatiflere bir çağrı yapıyor hem de devletin nasıl bu olayların bütün sorumlularını bulmakta hâlâ isteksiz davrandığını gösteriyor. 

Faili meçhul cinayetler ve kayıplar konusunda cezasızlığın sona erdirilmesinin önündeki engeller raporda tek tek tespit edilmiş. Bunların başında, soruşturma kapsamının sınırlı tutulması geliyor. Örneğin Temizöz davasında emir komuta zinciri sorgulanmamış. OHAL valisi ve il valileri hukuki dokunulmazlık zırhıyla korunuyor. Dönemin Şırnak İl Jandarma Komutanı ve Jandarma Asayiş Bölge Komutanı’na yönelik bir soruşturma yok. Tanıkların kod adlarını verdikleri görevlilerin kimliklerini savcılar araştırmıyor. Avukatların çabalarıyla bir kod adının gerçek kimliği ancak bulunuyor. Temizöz ve diğer altı kişinin kendilerinin belirlediği bir amaç için örgütledikleri bir suç çetesi var sanki ortada. Halbuki söz konusu olan, sıradan bir suç çetesi tarafından işlenmiş basit cinayetler değil. İnsanlığa karşı suç olarak ele alınması ve bütün sorumlularının yargı önüne çağrılması gereken bir devlet politikasının parçası olan suçlar bunlar. 

Yargılamanın uzunluğu 
Rapor, tanık koruma programının bu davada hiç uygulanmamasını da eleştiriyor. Başka davalarda, adil yargılamayı ihlal etmesi pahasına fütursuz biçimde kullanılan bu yöntemden vazgeçtik, tanıkların asgari korunması gereğine bile dikkat edilmiyor. Dolayısıyla ifadesini geri çeken tanık sayısı anormal derecede yüksek. Tanıkları yönlendirme ve sindirme girişimleri neredeyse alenen yürütülüyor. Bunun yanında mağdur avukatlarına yönelik tehditler karşısında da mahkemelerin koruyucu veya engelleyici davranmakta isteksiz oldukları izlenimini rapor aktarıyor. Türkiye’de yargının kangrenleşmiş konularından biri olan yargılamanın uzunluğu sorunu burada da karşımıza çıkıyor. Rapor, ayrıca, köy koruculuğunu adaletin önündeki engel olarak tanımlıyor.
Son derece önemli bir sorun, 2005 öncesi için işlenmiş cinayet suçlarında zamanaşımı süresi. Rapor, adaletin yerini bulmasının karşısında bu ilkenin çok yakında esas engel oluşturacağını belirtiyor. Yirmi yıllık zamanaşımı süresinin geçerli sayılmaması gerekçelerini etraflı biçimde gösteriyor. Birkaç yargıcın benzer gerekçelerle zamanaşımı süresini on yıl daha uzatması veya bu suçların zamanaşımına girmeyeceğini kabul etmesi adalet arayışı açısından yüreklendirici. Bu konuda Yargıtay’ın nihai kararı belirleyici olacak. 

İnsan Hakları Örgütü’nün raporunda belirtildiği gibi, bugün devlet şiddetiyle ve yakın geçmişle yüzleşmek için bu şiddetin mağduru olmuş yüzlerce, binlerce kişinin yakınlarına adalet sunmak için önemli bir fırsat var. Baroların, insan hakları örgütlerinin çabaları sayesinde atılan adımları çoğaltmaya, bu konuda toplumsal baskıyı güçlendirmeye bu rapor bizi çağırıyor. Bu topraklarda insanlığa karşı işlenmiş suçlarla yüzleşme gereğinin dayanılmaz ağırlığını hissetmiyor musunuz?