Şu anda mutad yıllık inziva günlerimi yaşıyorum.

Bir yaprak, bir çakıl taşı veya bir yengeç gibi hissettiğim günler bunlar. Hayatı sanki ben değilmiş gibi yaşadığım, ülkemi ve dünyayı dışındaymış gibi gözlediğim emsalsiz günler. Mekan?

Batı Akdeniz'in çamlı tepelerin denize kavuştuğu, kuş, dalga ve teknelerin geçici motor seslerinden başka hiç bir sesin baskın olmadığı bir sahil köyü.

Girişini birkaç adanın koruduğu Marmaris ile Datça yarımadaları arasında bir dizi koyun gerdanlık gibi çevrelediği, doğallığından pek taviz vermemiş küçük bir belde.

Hayat bir mucizedir İnsan burada yaşama hırsından çok yaşam hakkında düşünmeye daha yatkın oluyor. Bunda doğanın müthiş dengesi ve dingin ritminin etkisi olmalı. Burada insan, Albert Einstein'ı daha iyi anlıyor: "Hayat iki şekilde yaşanır: Ya hiç mucize yokmuş gibi ya da her şey birer mucizeymiş gibi." Böyle düşününce Nazım Hikmet'in "Öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile mesela zeytin ağacı dikeceksin" sözü daha anlamlı geliyor. Ne yazık ki bütün bunları insan yaşlandıkça anlıyor. Ben de Bernard Shaw gibi "Yaşlanmadan akıllanmayı çok isterdim." Ama olmuyor. Gençlikte günler, üzerinde düşünemeyecek kadar kısa geliyor. Gençliğin yılları uzun olsa da hızla yaşanan günlerden sonra nasıl geçtiğini insan anlamıyor.

Yaşlılıkta günler uzuyor, insana üzerlerinde düşünme fırsatı veriyorlar. Ama bu sefer de yıllar kısalıyor. Çıkarılacak dersler başka bir hayata kalıyor! Jonathan Swift, "Hiçbir akıllı adam, daha genç olmayı istememiştir" demiş. Acaba bu doğru mu? Doğru olsa insanoğlu bu kadar hırsla hayatı uzatmanın yollarını arar mı? Doğrusu ben Seneca gibi düşünüyorum: "Yaşlanmadan önce iyi yaşamak; yaşlandıktan sonra da iyi ölmek isterim."

Pekiyi nedir hayat?

P. Syrus, "Hayat insana bağışlanmış değil ödünç verilmiştir" der. Katılırım; hayatın bize kendimizi "yapmamız" için verilmiş bir süre olduğunu düşünürüm. Bir hammadde olarak dünyaya geliriz. Yaşam boyu kendimizi yapmaya veya "inşa etmeye" çalışırız. Bu çabadan bir gecekondu mu, bir konak mı doğacağı bizim hayata ne kadar önem verdiğimizle, kendimize ne kadar saygı duyduğumuzla ilgili olmalıdır. Hayatı bileği taşına benzetenler vardır: "Benliğimizi oluşturan madenin cinsine göre ya bizi öğütür ya da parlatır." Bu açıdan bakan Montaigne, "Hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır." İlginçtir, doğarken dünyaya hiçbir şey getirmeyiz; giderken de hiçbir şey götürmeyiz. Bence ilahi adaletin bundan daha yalın bir ifadesi olamaz.

Tanrı bizi doğarken de ölürken de eşit olarak görüyor demektir. O halde eşitsizlik bizim kurduğumuz dünyada ve oluşturduğumuz hayatta. O nedenle ilahi nizamla uyum sağlamanın en doğrudan yolu eşitsizlikleri ve onlardan kaynaklanan kötülükleri, dengesizlikleri ortadan kaldırmaya çalışmak olmalı. Başka deyişle, bizim aydınlık ve müreffeh kılmaya çalıştığımız hayatımız, başkaları için karanlığa ve yoksulluğa dönüşmemelidir. O halde hayat lalettayin yaşanacak bir armağan değildir. Onu ustalıkla, bir sanatçı özeni ile kurmak ve yaşamak gerekir.

Çünkü John Christian'ın dediği gibi, "Hayat, silgi kullanmadan resim çizme sanatıdır." Bir kere yapılır ve yaşanır. O nedenle ne yapıyorsak, ne yapacaksak hepsi bu dünyada olacak. Eh bu dünyayı da başkalarıyla paylaşıyorsak, kendimiz için istediğimizi başkaları için de istemezsek bizim kazancımız onların kaybı, bizim gücümüz onların güçsüzlüğü olacak. O zaman ne barış ne de huzur sağlanabilecek.

Bu gerçek bilinmesine rağmen maalesef insan doğasında çok bencil bir eğilim var: Benim olsun; benim gibi olsun; benim dediğim olsun ısrarından vazgeçmiyoruz... Ama bu ısrar her seferinde kavga, istikrarsızlık ve yıkım getiriyor. Başkalarını mahrum ettiğimiz her olanak, özgürlük ve fırsatın bizim için zehirli bir meyve olduğunu, önünde sonunda bizi de zehirleyeceğini anlamakta zorlanıyoruz.

İşte hayat hakkında bir sürü düşünce. Dağda, ovada birbirini "daha iyi bir hayat için" katleden tüm gençleri bu saklı cennete çağırıp onları ağırlamak isterdim. Burada bulacakları barışı ne kadar kolay paylaşacaklarını sırf doğaya bakıp daha kolay anlayabilirlerdi. Onları ve hepimizi birbirine düşüren ideoloji; sahte bir üstünlük inancı...