Son birkaç gündür aklımızı zorlayan bir konu var: Suriye’nin Doğu Guta bölgesinde Esat güçleri kimyasal silah kullandı mı yoksa bu ABD, İngiltere ve Fransa’nın, Suriye’ye askeri müdahalede bulunabilmek için kurguladıkları bir yalan mı? Suriye, Rusya ve İran cephesi bu iddiayı kesinlikle yalanlıyor ve zaten kazanılmış bir savaşta Esat’ın, uluslararası kamuoyunun gözünde Batı’nın askeri müdahalesini meşru hale getirecek böyle bir aptallığı yapmayacağını savunuyor. Fransa ise ABD ve İngiltere ile birlikte kimyasal silah kullanımını yönelik ellerinde geçerli kanıtlar bulunduğunu ileri sürüyor.

Bu olay siyaseten kimin haklı olduğundan ötede hakikatin ne olduğu ile ilgili. Guta’da bir kimyasal saldırı oldu mu olmadı mı? Eğer olduysa bunu kim yaptı? Tarafların beyanları ve iddiaları dışında, sosyal medyada ve haber kanallarında dolaşan gerçek mi kurgu mu olduğunu kestiremediğimiz video ve fotoğraflardan başka elimizde kanıt yok. Bu videoların birçoğunun başka bir zamanda başka bir yerde çekildiğini öğrenebiliyoruz. Bir kısmının kurgu olduğunu tahmin edebiliyoruz. Ancak yine de Guta’da gerçekte ne olduğu konusunda kesin bir kanaate ulaşamıyoruz. Guta’da ne olduğuna ilişkin düşüncemizi, hakikat değil, siyasi görüşümüz ve iddia sahibi taraflardan birine olan güvenimiz ya da güvensizliğimiz belirliyor.  Elbette sosyal medya üzerinden yayılan haber ve görüntüler de kanaatimizin pekişmesinde önemli bir rol oynuyor.

Hakikat (ya da Doğruluk) Bakanlığı George Orwell’in 1984 romanında, yönetimdeki totaliter partinin geçmişi (tarihi), Büyük Birader’in görüşleri doğrultusunda değiştirdiği kurumun adıdır. Tüm gazeteler, dergiler, kitaplar, filmler vs. Büyük Birader’in emirleri doğrultusunda yeniden üretilir ve eski olanlar yok edilir. Böylece tarih yeniden yazılır ve gerçeklik yeniden oluşturulur. Geçmişe dair hakikatler insanların belleğinden de yoğun bir propaganda ile silinir, unutturulur.

Trump’ın başkan seçildiği ABD seçimleri ve İngiltere’nin AB’den çıkmasına karar verilen Brexit referandumu sırasında, Rusya’nın Facebook üzerinden yaydığı yalan haberler ile seçmen kanaatlerine müdahale ettiği ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine demokrasiye zarar vermekle suçlanan Facebook önce özür dilemiş ardından yapay zekâ ile desteklenen bir fact-checking (gerçek doğrulama) sistemi üzerinde çalıştığını ilân etmişti. Buna göre Facebook, hangi haberlerin yalan hangilerinin gerçek olduğuna karar verecek ve yalan haberlerin yayınlanmasına izin vermeyecek. Böylece neyin doğru neyin yalan olduğuna karar vererek bir Hakikat Bakanlığı işlevi görecek.  Böylece Facebook’un oluşturduğu sansür mekanizması ile bazı haberlerin yayılması önlenirken bazılarının hızla yayılması sağlanacak.

Facebook bunu yaparken, fact-checking alanındaki bazı sivil toplum örgütleri ile birlikte çalışacağını söyledi. Ancak bu sivil toplum kurumlarının da kim tarafından nasıl fonlandığı meçhul. ABD çıkarlarını koruyan bir haberin bir ABD şirketi olan Facebook ve ABD hükümeti tarafından fonlanan sivil toplum örgütlerince yalan olarak etiketlenmesi oldukça zor görünüyor. Örneğin Doğu Duma’daki kimyasal saldırı konusu ile ilgili olarak ABD savlarını güçlendiren haberlerin Facebook tarafından yalan olarak etiketlenip sansürlenmesi mümkün mü?

Konu sadece ABD çıkarları da değil. Dünya’nın neredeyse her ülkesinde çevrimiçi haber trafiğinin büyük bir bölümü Facebook üzerinden geçiyor. Herhangi bir ülkedeki siyasi, ekonomik ya da kültürel bir çatışmada bir sosyal ağ şirketi, neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar veren filtreleriyle taraf olacaktır. Bu durumun demokrasi ve gerçekliğe vereceği zarar bir yana bir uluslararası şirketin böylesi bir hakikat bakanlığı rolü üstlenmesindeki kibir ve pervasızlık hepimizi ürkütmeli.  

Peki çözüm ne olabilir? Açıkçası doğrulara göre çok daha fazla paylaşım ve etkileşim alan yalan haberlerin, gelirini veri takibinden kazanan bir şirketin önleyebileceğini, üstelik bunu sansür mekanizmaları ile yapabileceğini düşünmek saflık olur. Sanırım yapısal bir sorunla karşı karşıyayız. Hakikatin ortaya çıkması söz konusuysa, bir şirket bu kadar güçlü olmamalıydı.

Ya da Theodor Adorno’nun söylediği gibi: ‘Yanlış hayat doğru yaşanmaz.’