1994 yılında Adana Ceyhan’da, Akdeniz Oteli altındaki kahvede tanıştım, Güvercin Vahit’le. Kahvede çorap satıyordum. Bir soluk almak için kahvede boş yer baktım. Tüm masalar dolmuş sadece televizyonun dibindeki masada tek kişi oturuyordu. Yanına oturdum, iki çay söyledim, sonra da yarım ağız izin ister gibi bir şeyler mırıldandım. Masasına oturmamdan hoşnut olmadığını belli edercesine yarım ağız otur dedi. Garsonu, ocakçıyı, otelciyi, lokantacıyı, birahaneciyi, minibüsçüyü, yolcuyu, çevre esnafı tanıdığım bu şehirde tüm mekanları benim sayıyordum. Rahattım. Garson iki çay koydu masaya. Adam çayına dokunmadı. İlk çayı bitirdim. Ardından iki orta kahve ısmarladım. Adam kahveyi sakin sakin içmeye başladı.

“Kazanıyor musun?” diye sordu.

Ona bu seyyar satıcılık işinin bir memurdan daha çok kazandırdığını örneklerle, gerçek verilerle izah ettim. Ayrıntılı anlatmam onun hoşuna gitti. Aramızda gerçeğe dayalı bir güven oluştu.

“Ya sen, ne iş yaparsın?” diye sordum.

“Abi ben kümes patlatırım. Üç katlı, dört katlı apartmanlara çıkarım. Taklacı, cins, tüylü, manalı güvercinleri alırım. Onların sahibi olurum. Çalar, satar değilim, onlara anlatırım, onların anlattıklarını dinlerim. Konuşurum onlarla…

Bazıları var bana ayak uydurmaz, ne kadar cins olursa olsun, benim dilimi benimsemez, işte onları satarım. Öyle geçinirim” dedi.

Yıl 1994’tü, mevsimlerden Ekim’di. Ekim’in de ki 29’u. Ya da bir gün öncesi. Çünkü tüm mektepli veletler 29 Ekim Cumhuriyet bayramında çaldıkları “beş para ver, beş para ver, beş para yoksa on para ver” misali ritmi çalarak caddeden geçiyorlardı.

Duyuyorduk…

O gün güvercinler hakkında bir derya bilgi öğrendim. Arkalamak, kümes patlatmak, pırıltı vermek, parlak çekmek, kaçak düşmek, kaçak gelmek, cins, çift, tek, yumurta, Mardin, ala, kelebek, Arap, beyaz, duman, tepeli, akbaş, batın üç batın, karıştırmak, gerdan, parlaklık, alçaktan yada yüksekten uçmak gibi nice şey öğrendim.

Yağmur yağıyordu. Saatin gelmesini bekliyordum.

Vahit adındaki bu adama, sana “Güvercin Vahit” demeli dedim, gülümsedi. Lakabı adıyla hep var oldu.

Saatlerce konuştuk. Sonra ben anlattım. İşportacılık, pazarcılık, mağazacılık, toptancılık, ta mevzuyu pamuğa dek götürdüm.

Gün çoktan akşam olmuştu. Yağmur hızlanmıştı. Hava ise ne olsun Ceyhan’da ne kadar soğuk olursa o kadardı.

Evini tarif et dedim ayrılırken, belki sabaha doğru gelirim. Bir kâğıda çiziktirdiği şeyleri iyice belleyip, kağıdı sigara yakarken yaktım. Ya Allah, ya bismillah yola çıktım. Yol uzun, Ceyhan, Adana eski yolu yönünde çamurlara bata çıka yakın bir köye doğru sükûnetle yürüdüm. Gideceğim eve ulaştığımda üstüm başım çamur içindeydi.

Uzun ve dertli bir toplantıdan sonra, sabaha doğru evden ayrıldık. Hayat erken saatlerde başlar Ceyhan’da. Herkes gibi hayata karıştık işte.

Elimle koymuş gibi buldum, Güvercin Vahit’in evini. Ki bu öyle kolay bir şey değil. Çünkü ne sokağı, ne binası, ne caddesi vardı evin. Bildiğiniz adressiz bir evdi.

Ev mi? Ben çok yoksul evi gördüm. Bu onlara yoksullukta beş çekerdi. Doğrusu biraz şaşırdı. Bu evi nasıl buldum diye izah istedi. Çay yaparken uzun uzun anlattım. İzah ettim, kafasına yattı. Uyuduk öğleye doğru uyandık.

Ev dediğim, dama kondurulmuş bir oda. Damın çevresinde güvercinler. İnsan o yorgunlukta alamıyor kokuyu. Uyanınca keskin güvercin kokusunu ve onların çıkardığı sesi anlıyor. Burada bir insan evladı kalmaz ya. İşte kaldık bir aya yakın.

Güvercinlerle başka türlü bir bağı vardı. Bazı güvercinler takmazdı Güvercin Vahit’i. İşte onlar satılacaklar arasındaydı.

“Sen Hz. Süleyman’ı duydum mu?” diye sordum.

Nenemin anlattığı hikayelere kat be kat katarak bir Süleyman hikayesi anlattım…

Şöyleydi; Bu Hz Süleyman ya da Soloman, Kral Davut’un oğludur. Yeryüzüne gelmiş en zengin çocuktur. Bu adam kuşların dilinden anlar, hükmü cinlere dek varır. Yahudi’dir aslen, lakin Hristiyanlar ve Müslümanlar da sever sayar onu.

Muazzam bir sarayı var, sen de altından, ben diyim yakuttan… Hikaye uzadıkça uzar…

Güvercin Vahit bu zenginliğin kaynağı ne abi diye sordu. İşte o zaman başladık politika konuşmaya…

O yıllar Türkiye’de “bin oparasyon” yıllarıydı. Kanlı yıllardı. Yorgunduk ve gün geçtikçe, ölüyorduk…

Ceyhan’da EMEP’li öğretmenlerin kurduğu bir kitabevi vardı. Oraya gönderdim onu, bir Komünist Manifesto, bir Tevrat, bir İncil, bir Kuran almasını söyledim.

Anadolu’nun idealist kitapçıları sevilmez mi be abi? Sevilir elbet… Parasız denecek miktarda vermişler kitapları, pek garipseyerek…

Okuduk Hz. Süleyman’ın hikayelerini kutsal kitaplarda, bu zenginliğin kaynağını öğrendik komünist manifestoda… Günler, günleri kovaladı, mevzuyu suni dengeye dek getirdik.

Öyle berrak zihni vardı ki, hiçbir insan o güne değin bana o kadar güzel ve doğru sorular sormadı… Belki şu güne değin… Öyle berrak, öyle gerçek, öyle hayattan yorumlar yaptı. Zihni mi açtı.

O yıllar, zor yıllardı…

Hayatımın belli dönemlerinde insanlara üç soru sordum.

O yıllarda mesela bu suni denge nasıl yıkılacak, diye sorardım?

Sonra, de ki 15 yıl “Hayatın anlamını çözdün mü? Ne?”

Şimdi ise, “Senin için çocukluk nedir?” diye soruyorum.

Güvercin Vahit hayat uzmanıydı, ben de fena sayılmazdım ya, onun kafası farklı çalışırdı. Ayrıntı konusunda özellikle. Ayrıntıyı görme kuvveti. Ne mutlu bana onunla John Berger’in Görme Biçimleri kitabını kritik bile etmişliğimiz var sonraki yıllarda…

Hep bu güvercinler sayesinde görme yeteneği oluşmuştu...

Kaç yıl geçti aradan? İki mi?

Ermenek uzak bir ilçedir. Dağlar arasında, yolu yol değil. Çarşısı çarşı değil. Madenciler var orada. Yolumuz düşse düşse onların hatırına düşer. O zaman madende çalışıyordum. Hayatım kayıyordu, her madene indiğimde. Küfür ediyordum, sınıf mücadelesine, madenlere, kömüre, yer altı zenginliklerine, linyit, bakır, bor’a…

Ne zordu bilseniz madenler… Şimdi bile dar mekanda bir kötü, bir kötü olurum o biçim…

Sürdürülür değil benim için. Karanlık yıllar, ölümlü yıllar.

Nihayet Mut’ta bir kahvede oturmuş Güvercin Vahit’i bekliyordum. Söz vermişim kendime, hiçbir güç bu hayatta beni bir daha madene indiremez diye…

Mut güzel şehir. Severim oraları. İçinde Karacaoğlan anıtı bulunan bir parkı var. Çok oturdum orada. Sonra yol üstü kahveleri var. O kahvelerden ne adamlar örgütlemişim bir Allah bilir, bir ben, bir de…

O kahvelerin birine geldi Güvercin Vahit. Gözleri bir orman, duruşu belirgin bir hal almış, kararlı. Bir davanın adamı olmuş insanlar gibi kararlı.

Uzun uzun konuştuk. Yine yağmurlu bir Ekim ayıydı. Yine de ki 29 Ekim ya da bir gün öncesi.

Yine veletler caddede “beş para ver, beş para ver, beş para yoksa on para ver” gibi bir ritim tutturuyorlardı. Artık ayrılık saati gelmişti. Son çaylar içilmekteyken demişti:

“Abi ya sorun yanlışsa? Ya suni denge yoksa, hiç oradan baktın mı meseleye?”

“Bir yanlışın içinde ne işin var?” diye sordum.

O da “yol yanlış da olsa, öyle güzel insanlar, bu yolda yürüyorsa onlarla yürümeye değer”, dedi.

“Evvel refik, badel tarık.”

Yoldaş, yoldan önce gelir.

Bu sözü Mut’ta bir kahvede Güvercin Vahit’ten duydum. Yıl 1996 sanırım.

O yıllardan sonra ben hep insana, iyi insanlara inandım. Tüm referanslarımı insanlar oluşturdu. Dava değil.

Mut’ta sokak arasında Güvercin Vahit’le kucaklaştım.

Son cümlesi şu oldu. Abi, suni denge değil de “sınıf mücadelesi” vardır.

Doğru soru belki nasıl bir sınıf mücadelesi vereceğiz olacak?

Ayrıldık.

Yıllar geçti aradan. Herkes bir yana dağıldı.

Ölenler, tutsak düşenler, bırakanlar ve hala aynı yolda yürüyenler, aynı hedefe farklı yoldan yürüyenler. Ne bileyim işte zaman girdi araya çok şey değiştirdi.

Yazı da uzadıkça uzadı…

Bir işçi sendikasının Adana Şube başkanı olmuştu. Mülkiyelilerin lokaline gittik, yemek yedik. Uzun uzun konuştuk.

Ayrılırken şunu dedi: “Güvercinleri unutma…”

Zaman akıyor, tarih yine 29 Ekim… De ki bir ya da iki gün öncesi…